Eş-Şekûr;
esma-ül hüsnadan olup Allahü Zülcelâl’in bir ismi şerifidir.
Kendi rızası için yapılan iyi işlere ziyadesiyle bol bol
karşılık veren demektir.
Şükür
ile ilgili pek çok ayet-i kerime mevcuttur:
“Hatırlayın
ki Rabbiniz size: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi)
artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz şüphesiz azabım çok
şiddetlidir!” diye bildirmişti.”
2
Şükür
iyiliğe karşı iyilikle karşılık verme anlamına geldiğine
göre, insana gereken, bunca iyilikler bütün ihtiyaçlarını veren
Mün’im-i Hakikiye (hakiki nimet vericiye) karşı iyilikle
rızasını gözeterek nimeti veren Rabbinin çizdiği hudutlar
içerisinde o nimetlerin şükrünü edaya gayretli olması gerekir
ki; o nimetlerin artmasına ve ebedileşmesine vesile olsun.
“Eğer
siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azab etsin! Allah
şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” 3
Şükrün
zıddı nankörlüktür. Allah ayet-i kerimelerde hep buna işaret
etmekte, bir başka ayet-i kerimede yine şükretmeyenlerin
durumundan bahsederek şöyle buyuruyor:
“Allah
size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah’ın bunca
nimetini saymaya kalksanız; imkânsız, sayamazsınız. Hakikaten
insan çok zalim, çok nankördür.”4
Nimet
iki kısımdır. Dünyevî ve uhrevî yani maddî ve manevî de
denilebilir.
Dünyevî
nimetler kısaca: İnsanın bütün âzâ ve cevâhiri ayrı ayrı
nimet olduğu gibi âzâların (bedenin) ihtiyacı olan gıdalar,
yiyecek, içecek, güç, kuvvet, görme, görme, duyma ve bu
âzâlarımızı istediğimiz şekilde kullanabilme, evlat, devlet,
hayatiyetimizi devam ettirebilmemiz için ana unsur olan hava, su,
güneş, arz, sıhhat, gençlik, akıl, irade, muhakeme gücü, zaman
gibi Allah-ü Zülcelâl’in yukarıda geçen ayette işaret
buyurduğu sayıya, hesaba sığmaz nimetleri.
Manevî
nimetlere gelince; iman, Kuran, Resul-i Zîşan Efendimiz (s.a.v) ve
diğer peygamberler, Rabb’ül Âlemin’in zatını, sıfatlarını
ve fiillerini esma-i ilâhîyesi ile tanıtması, ilm-i ilâhî,
marifetullah, muhabbetullah, haşyetullah ve bu yüce nimet
vasıtasıyla insanın Rabbiyle diyalog içerisinde olabilme istidadı
(kabiliyet, beceri), ahlak-ı hamîdeye (güzel ahlak) sahip olabilme
(Allah’ın ahlakı ile ahlaklanabilme) istidadında yaratılmış
olmak, Rabb’ül Âlemin’e muhatap olma yüceliği (halifetullah
olma) bahşedilmiş olması gibi muhakkak ki sayılara, rakamlara
sığmaz maddî manevî nimetler.
Bunları
lutfeden Mevlâ; bize bu nimetleri hiçbir ücret ödetmeksizin,
karşılıksız veriyor. Yani çalışıp emek çekmeden her insan
kendini bu nimetlerin içinde buluyor, bu birinci şık. Esas ikinci
şık diyebileceğimiz Rabb’ül Âlemin’in kullarından istediği
şükrün; artıracağını, kat kat karşılığını vereceğini
bildirdiği yönü ise, bu bahşettiği nimetleri karşısında başta
iman
ettikten sonra bu nimetleri Allah’ın emrettiği şekilde Rabbine
derin bir saygı ve minnetle rızasına kavuşmayı maksad bilip
kanun ve kuralları çerçevesinde kullanmak ve Rabbine karşı bunca
nimetlerinden dolayı daima şükürle, hamdü sena ile şükrünü
ilan etmek. Bu halin zıddı olan nankörlükten sakınmak.
Bu
minval üzere yaşarsak Allah’ın Şekûr isminin tecelliyatını
görürüz.
Hazır,
bedava bulduğun bunca nimete şükürle karşılık vereceksin,
Mevlâ da fazlından olarak karşılığını kat kat artırarak
tahayyül (hayal) edemediğin nimetlerle karşılık verecek. Sen,
yaptığın bir hatadan pişman olup özür dileyeceksin, O da hatanı
bağışlayarak, hatta günahlarını sevaba çevirerek karşılık
verecek. Sen, O’nu medhü sena ile anacaksın, O da seni iki
cihanda medhü sena edecek ve seni kendinden başka her şeyden
müstağni kılarak sana cevap verecek. Sen, her nimetin şükrünü
yine o nimetle edaya sa’y edeceksin, O da o nimetlerin çok daha
güzelleriyle karşılık verecek. Sen, içinde bulunduğun
sıkıntıdan şikâyet etmeyerek hamd edeceksin, O da seni selamete
çıkararak karşılık verecek. Sen, zikrinle, ibadet-ü taatinle
şükrünü ilan edeceksin, O da seni anmakla, en güzel vasıflarla
seni donatarak, en güzel taatlerle serfiraz ederek karşılık
verecek.
Mesela
en, hazır bulduğun suyu içip içten gelerek “Elhamdülillah”
diyeceksin, O da sana Kevserlerden içirmekle karşılık verecek.
Sen, İslam’a uygun giyineceksin, O da cennet libasları giydirerek
karşılık lutfedecek. Sen, sudan, havadan, çeşitli taamlardan,
aldığın gıdalardan meydana gelen gücü değerlendirip en güzel
şekilde değerlendirip, kulluğa yakışır ameller sergileyeceksin,
O da tasavvur edilemez nimetlerle sana karşılık verecek. Sen,
Kuran’a, dine, İslam’a sahip çıkacak, bu yolda candan, maldan,
rahattan, nefsî haz ve arzulardan feragat edeceksin, O Yüce Şekûr
maddî manevî sonsuz nimetleriyle seni serfiraz edecek. İşte kulun
bu isim karşısındaki tutumu. Ayet-i kerime bu mevzuya ışık
tutuyor:
“Muhakkak
ki: Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların
aşağısına indirdik.” 5
Ayet,
şükür ehlinin âlâ’yı illiyyin’e yükseleceğini, nankörlük
edenlerin de esfel-i safilin’e (aşağıların en aşağısı)
yuvarlanacağını haber veriyor.
“Eğer
Allah’a ödünç verirseniz, O sizin için kârını kat kat
arttırarak verir. Hem de sizin günahlarınızı bağışlar. Çünkü
Allah, Şekûr’dur, Halîm’dir. Küçük iyiliklere bile büyük
mükâfat verir, müsamahakârdır, cezalandırmada acele etmez.” 6
Görülen
herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnuniyet ve minnettarlık
manalarına gelen şükür; Allah’a ait yönüyle kulun Allah’a
karşı minnettar olup kâlî (dil ile), hâlî (kalp ile), fiilî
(beden ile) şükür ile şükrünü ifa etmesidir. Şükür, duygu
ve düşüncelerini, âzâ ve cevahirini yaratılış gayeleri
istikametinde kullanmaya denir ki; kalp ile, dil ile ve bedenin bütün
uzuvları ile yerine getirilir.
Kâlî
şükür: Bütün nimetleri yaratıp lutfeden Allah’a, kulun
minnetini, şükrünü ilan etmesi, ikrar etmesi, sebeplere takılıp
kalmadan sebepleri de yaratan Müsebbib’ül Esbâb inancı ile
bütün güzellikleri yaratan, kısmet eden, başlangıçtan sonuna
kadar sebepleri hazırlayan ve vakt-i münasibinde gönderen yine
O’dur. İşte bu inanç ve düşünce ile kişinin şükrünü ilan
etmesidir ki, kâl (dil) şükrüdür.
Hâlî
Şükür: Bütün nimetlerin, maddî manevî tüm güzelliklerin
yaratıcısı, lutfedicisi olan Allah’a derin bir saygı ve engin
bir gönülle kalben minnettar olup bu duygu ve düşüncenin ruhunda
her daim hâkim olması.
Fiilî
Şükür: Kulun, her uzvu ve latifeyi yaratılış gayesi
istikametinde kullanıp, kirden, pislikten korumasıdır ki; her bir
günah maneviyatımızı kirleten necaset hükmündedir.
Her
nimetin fiilî şükrü kendi cinsi ile eda edilir. Mesela
zenginliğin şükrü infak ile, ilmin şükrü ilmiyle amil olup onu
ehline öğretmekle, evladın şükrü onları İslam’a uygun
yetiştirmekle vb. örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Ayrıca
dilin şükrünü evrâd-ı ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve
istikamet, cevahirin şükrünü de ibadet ü taat şeklinde
yorumlayanlar da olmuştur. Şükrün, böyle bütün bir iman ve
ibadete taallukundan dolayıdır ki, ona imanın yarısı nazarıyla
bakılmış, sabırla müşterek mütalaa edilmiştir.
Rabb’ül
âlemin kendisine Şekûr demiş ve bütün nimetlerin asıl
kaynağına ulaşma yolunu da şükre bağlamıştır.
Şükür,
pek önemli bir amel, kıymetli bir sermaye olmasına rağmen Sebe
Suresi 13. ayette buyrulan “Kullarımdan şükredenler pek azdır”
fetvasınca hakiki manada âmili fazla olmayan bir ameldir. Her
mevzuda en güzel kulluk örneği sergileyen Efendimiz (s.a.v), bu
mevzuda da en güzel biçimde örnek olmuştur. Sabahlara kadar
ayakları şişerek namaz kılan Yüce Nebî’nin “Neden bu kadar
nefsini zorluyorsun?” sualine karşı “Şükreden bir kul
olmayayım mı?” diyerek bu duygu ve düşünce içerisinde kıvrım
kıvrım kıvranarak bütün ömrünü şükür kuşağı içerisinde
geçirdiği aşikardır.
Evet,
insanlığın iftihar tablosu, şükür kahramanı; değeri çok
yüksek fakat âmili (işleyeni) çok az olan bu önemli amelin önde
giden âmiliydi. O, oturur kalkar şükreder ve yanına gelenlere de
şükür tavsiyesinde bulunurdu. O’nun sabah akşam dilinden
düşürmediği nurlu sözlerinden biri “Allah’ım, seni anmam,
sana şükredebilmem ve sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem
için bana yardım et” idi.
Şükür,
nimete mazhar olanın, onu verene karşı iki büklüm olması,
sevgi, saygı ve alaka ile O’na yönelmesidir. Hakiki şükür
nimetin bilinmesiyle gerçekleşir. Zira nimetin kaynağı ve onu
verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine
bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabulüne, ondan da Cenab-ı
Hakk’a yönelmeye uzayan çizgide iman ve İslam’ın
hazırlayıcılığı, Kuran’ın belirleyiciliği üzerinde her
zaman durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütufları,
imanın ışığı altında ve İslam’ın emirlerini yaşarken daha
bir belirginleşir, netleşir, duyulur, hissedilir hale gelir ve
Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve
ihtiyaçlarımıza binaen, nimetlerin hem de karşılıksız olarak
verildiği görülür ki, bu da o ihsan ve lütufları bahşeden zata
karşı bizde hamd ve sena hislerini coşturur ve Duha Suresi 5.
ayetindeki “Ve Rabbinin nimetlerini anlat da anlat” gerçeğine
uyanarak ve uyarak emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini
ruhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine
getiririz.
Aslında
her insanda nimet verene karşı prestij hissi vardır. Ama bu hissin
uyarılacağı ve yönlendirileceği ana kadar insanlar, tıpkı
deryada yaşayan mahiler (balık) gibi başından aşağıya yağan
nimetleri adeta kör, sağır, duygusuz, hissiz bir hal içerisinde
karşılarlar ki; Kur’an bunları körler, sağırlar, dilsizler
şeklinde nitelendiriyor. Yani basiret gözleri kör, sağır,
dilsiz. Hakkı görmez, hakkı duymaz, hakkı söylemez diyerek
böylece nankörler güruhunun durumunu bildiriyor. “Yalnız bana
şükredin ve zinhar nankörlükte bulunmayın” ikazları ile
uyarıyor ki, bu ikazlar da ayrıca şükrü gerektirir.
Şükrü
üçe ayıracak olursak;
1)
Avam müminin şükrü ekmeğe, aşa, evlad-ı ıyâle ve barınacağı
mekâna, sağlığa, çeşitli zahiri nimetlere karşı dille edilen
şükür.
2)
Birinciden daha ileri olarak Hak yolcularının şükrü ki; maddî
nimetlerle beraber manevî nimetlerin de değerini sezmiş ve şükrünü
arttırmış, basiret gözü ile bakmaya başlamışlardır. İman,
Kuran, sünnet ve Peygamber’e (sa.v) ümmet olma, Hak yollarının
tanınması, ilim, irfan, salihlerle hemdem olma vs. gibi nimetlere
mazhar olmuşlardır. Evet, bu ikinci zümre birinciye nazaran her
mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da ilerlemiş ve Rabbini Şekûr ismi
ile de tanıma cehdi içinde, üzerine düşen şükür vazifesinin
şuuruna ermek ve şakirînden olma gayretindedirler. Tabi ki bunlar
da aralarında derece derecedirler.
3)
Haslar denilen kervandır ki; hayatlarını muhabbet yörüngesinde
sürdürenlerin şükrü. Nimetlere hep nimeti veren açısından
bakar, O’nun büyüklüğü ile lütufları, ihsanları duyar ve
ömürlerini şuhudun engin hazları içerisinde geçirirler.
Kullukta ayrı bir zevk zemzemesi (nağme, terennüm), gönül
hayatları ayrı bir aşk-u şevk tufanı ve Hakk’la münasebetleri
ayrı bir temkin disipliniyle şuhudun engin hazları içinde,
kalpleri hep şükür diye atar, şükür diye gerilir, gönülleri
ve tüm zerreleri “ŞÜKÜR!” diye haykırır.
Velhasıl
Allah Şekûr’dur, kullarının da şükür ehli olmalarını murad
eder ve Şekûr isminin tecellisini kulları üzerinde görmek ister.
Şüphesiz, pek çok esmada olduğu gibi bu ismin tecellisinin kuvvet
bulması da sebeplere bağlıdır. Kul, bu hususta duyarlı olup
halen, kalen, fiilen şükrünü arttırmaya sa’y ile nankörlerden
olmayacak ki; Allah Zülcelal de Şekûr ism-i şerifinin tecellisi
ile kulunu bu hususta kuvvetlendirecek, böylece kul kolayca şükreder
olup, şakirînden olma lütfuna mazhar olacaktır biiznillah.
1
Bakara:152
2
İbrahim:7
3
Nisa:147
4
İbrahim:34
5
Tin:4–5
6
Tegabün:17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder