El-Vedûd;
Allah’ü Zülcelâl’in esma-ül hüsnâsından bir ism-i şerifi
olup iki mânâya gelir. Seven ve sevilen, hakiki sevilmeye hakkı
olan, sevilmeye layık olan, sevgiyi yaratan Cenab-ı Mevlâ’yı
sevmek. Diğer bir mânâya göre Allah’ın, başta Resul-i Zîşan
olmak üzere cümle nebî, resûl ve itaatli müminleri sevmesi.
Seven,
sevilen her ikisi de El-Vedûd ism-i şerifinin zuhuratıdır.
Allah’ın Vedûd ism-i şerifinin, cümle mükevvenatta tecellisi
muhakkaktır. Bununla beraber insanlar üzerindeki sevgi de iki kısma
ayrılır.
Birincisi
fıtrî olup insanın yaratılışında yani fıtratında vardır.
Canın, malın, evlad-ı iyalin, nefsin ihtiyaçlarının sevilmesi
gibi. Bu, insanın yaratılışında vardır. Bu tür sevgi fıtrî
sevgidir ki hiç emek çekmeden yaratılış icabı cebrî olarak
verilmiştir. Gözün görmesi, kulağın duyması vs. gibi.
İkincisi,
kesbî olanı ise, çalışarak, sebeplere tevessül edilerek tabiî
olandan ileriye geçmektir. Ayet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“De
ki: eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan,
Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık
Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu
hidayete erdirmez.” 1
Gaye,
muhabbetullaha vasıl olmaktır. Bu da kolayca, bedavadan elde
edilmez, sebeplere yapışmak gerekir. Muhabbetullaha erişmek için
başta din, Kuran, Peygamberimiz (s.a.v) ve sünnet-i seniyyesini,
cümle peygamberleri, Hakk dostlarını, ibadet-i taati sevmek,
amel-i saliha, tevekkül, teslim, ilm-i ilâhî gibi Rabb’ül
âlemin’in muhabbetine götüren daha pek çok şeylerin sevgisine,
ilgisine kavuşmak için gayret lazım. Kesbî dediğimiz hakiki
sevginin kazanma yollarını Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de
bildiriyor:
“Sizin
dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki
Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı
verirler.” 2
“İman
edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok
merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” 3
Her
şeyde olduğu gibi sevip sevilme de kuru lafla olmaz, ispat ister,
bu da yukarıda geçen ayetlerde belirtildiği gibi fiiliyatta belli
olur. Esasında sevgi bir kalp ameli ise de kalpteki sevginin alameti
kişinin fiiliyatına, amellerine akseder.
Başta
sağlam bir iman, ondan sonra O Yüce Mevlâ’nın sevip değer
verdiği şeyleri yüce tutup değer vermek, nefsine zor gelen
durumlarda dahi yılmadan her zorluğu Rabbinin rızasını ve
muhabbetini kazanma uğrunda göğüslemek, sıkıntıda, ferahta
saygılı ve edepli olup hukukullahı gözetmek sevilmenin temel
şartları olsa gerek. Sevgiyi kazanmadan veya cüz’î bir sevgi
ile de imanından dolayı insan salih amel işleyebilir, hukukullaha
riayet edebilir. Cennet sevdası veya cehennem korkusu ile emirlere
riayet, yasaklardan ictinab edebilir. Bu durumdaki kulun, her ne
kadar nar-ı cehennemden kurtulup cennetlere vasıl olsa da o hakiki
sevgiden mahrum olacağını yine Efendimiz (s.a.v)’in nurlu
beyanlarından anlıyoruz. Bir Arabî geliyor, “Ya Resulallah,
kıyamet ne zaman?” diyor. Efendimiz (s.a.v) “Ahiret için ne
hazırladın?” deyince o Arabî cevaben, “Allah’ın ve
Resulü’nün sevgisinden başka bir şeyim yok” cevabını
veriyor, bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), “Sen sevdiğin kimse ile
berabersin” buyuruyor. Bu müjdeyi duyan sahabe-i kiram pek çok
seviniyor ve Rabb’ül âlemin’e şükrediyorlar.4
“(Resulüm) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki,
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son
derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” 5
Sevmenin,
sevilmenin yolu ayette işaret edildiği gibi Resulullah’a tâbi
olmakla başlıyor ve bu minval üzere devam ediyor.
Sevmeden
tâbi olunamayacağı gibi, tâbi olmadan da hiçbir yere
varılamayacağı muhakkaktır. Muhabbet
ve ihlâs,
amelin adeta ruhu
gibidir. Cesedin içerisindeki ruhun önemi ne ise kalbdeki ilâhî
sevginin yeri de o nisbette değerlidir. Muhabbetle yapılan az bir
amel, muhabbetsiz yapılan çok amelden daha kıymetlidir. Evet,
iman-ı billâh, marifetullah, muhabbetullah kulluğun özüdür.
Sevmek
ne demektir? Seven nasıl olur?
Her
mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da Efendimiz (s.a.v) en güzel
muhabbet örneği olup, sevmenin ne demek olduğunu ve sevgiyi
kazanma yollarını ibret dolu hayatında bize sergilemiş. Resul-ü
Zîşan’ın, sevgilisi uğruna ne çilelere katlanmış olduğu
meydandadır. O, en ızdıraplı durumlarda dahi “Ya Rab! Sen
benden razı ol, o bana yeter”6
deyip aşılmaz zorlukları sevgilisinin uğruna aşmayı cana
minnet bilmiş. Mevlâ da O’nu “Habibim” ünvanı ile taltif
etmiş. Evet, O sadık dost, vefa insanı her hali ile Rabbinin
muhabbetini üzerine çekmiş, sevgi sergilemiş. Muhabbetullaha
götüren her ameli adeta sevgi merdiveni gibi değerlendirmiş. Her
sıkıntıyı, her sevinci, her ameli kısacası hayatında
karşılaştığı her şeyi o merdivenin basamakları olarak
değerlendirip o basamaklarla zirvelere ulaşmış. Mevlâ da O’nu
“(Ey Resulüm) Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin” 7
buyurarak övmüş. Kendisine uyulacak en güzel örnek (üsve-i
hasene, Ahzab suresi’nde) olarak Kur’an-ı Kerîm’de âlemlere
takdim etmiş. Mevlâ bizzat kendisi O’na özel ismi ile hitap
etmemiş. Hep Resulüm! ey Nebî! gibi taltif edici vasıflar ile
hitap etmiş. Müminlerin de O’nu, birbirlerine hitap ettikleri
gibi çağırmalarını yasaklamış. Üstelik bunu yapanların
amellerinin bilmeden boşa gideceğini bildirmiş. (Bkz. Hucurat:2,
Nur:63) ve Ahzab:56’da “Şüphesiz ki Allah ve melekleri
peygambere çokça salât ederler. Ey müminler! Siz de O’na
salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” emrini ilan
etmiş. Böylece müstesna bir dost, sevgili, değerli Nur’ul
Seyyid’ül Enam’ın şanını ilan etmiştir.
Diğer
peygamberlerin de rablerine karşı muhabbetlerinin ne denli çok
olduğunu yine Kur’an-ı Azimüşşan ve Efendimiz’in nurlu
beyanlarından öğreniyoruz.
İbrahim
(a.s), dostu, Mevlâ’sı uğruna yani O’na saygısı, O’nu
başkalarına tanıtma uğruna canını ateşe atacak kadar yiğit ve
Rabbinin emri ile hanımını, yavrusunu bulunduğu memleketten bin
kilometre uzakta ıssız bir çöle bırakıp dönecek kadar
teslimiyet ehli. Evladını Rabbi’nin muradı üzerine kurban
edecek kadar sadakat sembolü. Mevlâ’sı “Halilim (dostum)”
diyor O’na. O da bu dostluğu hak etmiş.
Eyyüb
(a.s)’ı Allah (c.c) Kur’an-ı Kerîm’inde övüyor, sevgisini
kazandığını sena ederek yâd ediyor. Bu övgü, bu sevgi kolay mı
kazanıldı?
Eyyüb
(a.s)’ı on sekiz sene imtihana tâbi tutuyor ve Hz. Eyyüb,
imtihandan yüz akı ile çıkıyor. Önce on, bir rivayete göre de
on iki evladının hepsi birden ölüyor ve O “Ya Rab! Veren de
Sensin, alan da Sen. Bana bir emanet olarak vermiştin. Diledin
verdin, yine diledin aldın” diyerek saygıda kusur etmiyor. Malına
zarar geliyor yine tam bir teslimiyet içerisinde “Malik-ül Mülk
olan Rabbim! Mülk senin, diler verir, diler alırsın” diyor.
Bedenine hastalık arız oluyor fakat yine hiç mi hiç itiraz ve
şikâyet etmiyor. Derken rahatsızlık imanın merkezi olan kalbine
ve zikrin merkezi olan diline sirayet ediyor.
“Eyyub’u
da (an) Hani Rabbine: “Başıma bu dert geldi. Sen merhametlilerin
en merhametlisisin” diye niyaz etmişti.” 8
Yani
diyordu ki: “Ya Rab! Zarar bana, kalbime, dilime dokundu. Ben
Sen’siz edemem, bana benden merhametli olan Allah’ım, Sen’in
bana merhametin kadar ben kendime merhamet edemem. Hâlimi Sen’in
rahmetine havale ediyorum.” Ne büyük nezaket içinde teslimiyet
ve muhabbet sergiliyor, Allah tarafından övülmeyi hak ediyor.
Şu
bir gerçek ki; sevmek, imtihanlardan geçip ispatlanmak ister ki;
karşılığında sevilen olsun. Ashab-ı Kirâm’a baktığımızda
onların da nasıl sevgi sergilediklerini görüyoruz. “Resulullah’ın
ayağına bir diken batmaktansa benim boynumu kılıç uçursun,
benim için daha evlâdır” diyen sahabinin kâbına varılmaz
muhabbet örneği. Hz. Ömer’in (r.a) Peygamber’in (s.a.v)
hanımlarına kırıldığı haberini duyunca, Resulullah’ın
huzuruna gelip, Peygamber’in hanımlarından biri olan kızı Hafsa
için “Ya Resulullah! Söyle, eğer kızım Hafsa seni üzdü ise
şu kılıcımla boynunu uçurayım” diyecek kadar sevgisini izhar
etmesi.
Yine
Ensar’dan biri kubbeli, yüksekçe bir ev yapmıştı.
Peygamberimiz o evin önünden geçerken, o evi görüp kime ait
olduğunu yanındakilerden öğrendiği bu sahabesine birkaç gün
sonra rastlayınca ondan yüz çevirdi. Bu duruma çok üzülen
sahabi, Peygamber’in kendisinden niçin yüz çevirdiğini
meclisteki diğer sahabilere sordu. Onlar dediler ki: “Hz.
Peygamber bir gün gezmek için dışarıya çıkmıştı, yolda
senin yaptığın kubbeli evi görünce “Bu nedir?” diye sordu,
biz de söyledik.” Bunu duyan Ensarî hemen gitti, evi yerle bir
etti, hatta izini bile bırakmadı, ancak bunu Peygamber’e
bildirmedi.
Aşk
ve muhabbetin en yüce derecesinde olduklarından dolayıdır ki;
sahabe-i kiram Peygamber’in mübarek çehresinde gördüğü
memnuniyetsizlik veya neşesizliğe dahi tahammül edemiyorlardı. O
sahabi evini yıkıyor da arkasından övünerek “işte Peygamber’i
memnun etmek için böyle yaptım” bile demiyor. Aksine Resulullah
tesadüfen oradan geçerken durumu öğreniyor. 9
Onlar
yurtlarını, yuvalarını terk etmişler, zahiren zenginken fakr-u
zarurete düşmüşler, kâfirlerin akıl almaz zulümlerine maruz
kalmışlar. Bütün bu zor şartlara rağmen gönüllerindeki sevgi,
saygı ummanı eksilmemiş, artmış. Adeta sevgi yudumlamış, sevgi
soluklamışlar.
Bütün
bu örneklerin ışığında şöyle bir kendimizi, ruhumuzu,
kalbimizi kontrol edelim. Daha önce de değinildiği gibi kuru
kuruya, lafla sevginin asılsız olduğu meydanda. Ne ölçüde bir
sevgiye sahibiz? Sevenler kervanını gıyaben tanımaya çalıştık.
Sevdikleri uğruna nasıl candan, maldan, evlad-ı ıyalden, nefsî
hazlardan geçmişler. Böyle yapmazsak kendimizi aldatmış oluruz.
Mecazî
aşklarda bile seven sevdiğine kavuşma uğruna ne fedakârlıklara
katlanıyor. Sevgilisi uğruna intihar edenler bile olabiliyor.
Bekası, kıymeti olmayan sevgi uğruna bile böyle fedakârlıklara
katlanılır, hep onu anmak, hep onu memnun etmekle sevgi belli
edilir, hatta sevgili uğruna en aziz ana babanın hatırı hiçe
sayılırsa, onları kırma pahasına bile olsa sevgili ön plana
alınırsa düşünmek gerekir ki; hakiki sevgi, muhabbetullah,
muhabbet-i kelâmullah, muhabbet-i Resulullah acaba fedakârlık
etmeden, çalışıp çabalamadan ele geçer mi?
Leyla
ile Mecnun’un hikâyesinde Mecnun, Leyla’ya âşık olmuş, aşk
o kadar ileri gitmiş ki, her şeyi Leyla diye sevmiş. Derler ki:
Bir gün Mecnun uyuz bir köpeği öyle seviyormuş ki görenler
hayretle: “Şu uyuz köpeğin nesini seviyorsun?” demişler. O da
bir ah etmiş: “Bu köpek Leyla’mın köyünün köpeği, nasıl
sevmem?” demiş.
Leyla
bir semboldür. Sevilmesi icab eden şeyin sembolüdür. Mecnun da
sevenin sembolüdür. Öyleyse bizlerin de birer mecnun olmamız
lazım.
Nasıl?
Kimin?
Rabbimizin
Mecnun’u. Bizim Leyla’mız Mevlâ’mızdır. Mevlâ’ya
ulaştıracak her şeyi O’na kavuşturacak bir araç olarak görüp
değerlendirmeliyiz. Mevlâ’mızın değer verdiği her şeyi O’nun
hatırına, O değer vermiş diye sevmeli ve sahip çıkmalıyız ki;
Mevlâ’mız Vedûd ism-i şerifinin tecelliyatına bizleri de
mazhar eylesin inşallah.
1
Tevbe:24
2
Maide:55
3
Meryem:96
4
Musahabe
1, Sf.31, Mahmud Sami Ramazanoğlu
5
Âl-i
İmran:31
6
Taif’te
taşlandıktan sonra yaptığı duadan bir bölüm
7
Kalem:4
8
Enbiya:83
9
Fezail-i
Amal, M. Zekeriya Kandehlevî
10
Maide:54
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder