Kelâm;
Yüce Allah’ın bir sıfatıdır ki; Mevlâ’nın kelâm edici
yani mütekellim oluşu haktır. Kur’an-ı Azimüşşan’da Mevlâ,
mütekellim olduğunu beyan eder:
“Bir
kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise
sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.” 1
“Şayet
yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz
katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri (yazmakla)
tükenmez. Şüphe yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.”
2
Bilindiği
gibi Kur’an-ı Kerîm başlı başına, Rabb’in, insan ve cin
taifesi için gönderdiği kelâm-ı kadim’idir.
“Rahman
Kuran’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı)
öğretti.” 3
İşte
böylece Mevlâ, Kuran’ın kelâmullah olduğunu ve bu kelâmullah’ı
da insana beyan edip yani açıklayıp öğrettiğini bildiriyor.
Kuran’ı
okumayı bilmeyen pek çok insan var. Bu öğretmenin mahiyeti nedir?
Nasıl öğretti? Diye sorulacak olursa, denilebilir ki: Kuran’ı
Cebrail vasıtasıyla başta Efendimiz’e (s.a.v) beyan edip öğreten
Mevlâ, cümle insanları ve cinleri –akl-ı selim kaydıyla-
Kuran’ı anlayacak, öğrenecek istidatta yaratmıştır ki; bu
nidaya kulak veren ve bu mesajları okuyan herkes okur ve anlar. Bir
ayet-i kerimede konuşulan dillerin muhtelif olmasının Allah’ın
varlığının ve kudretinin delillerinden4
olduğunu beyan eden Allah, her peygamberi de kavmine Allah’ın
emirlerini onlara iyice açıklasın diye yalnız kendi kavminin
diliyle göndermiştir.5
Fakat Kur’an-ı Kerîm bütün insanlığa gönderilmiş bir kitap
olduğu için indirildiği kavim olan Arapların dili ile Arapçadır
ama her milletin anlayabilmesi için Rabb’ül âlemin olan Allah
(c.c), özel kullarını bu vazife ile vazifelendirmiş, Hz.
Peygamber’den sonra bu vazifeyi devam ettirecek, toplumlara ve
milletlere kendi dilleriyle Kuran’ı anlatacak kullarını
göndermiştir. Peygamber varisleri olan âlimleri, mürşidleri
Cenab-ı Hakk her asırda, her milletin içinde bulundurmuştur.
Çeşitli yollarla, pek çok çeşit sebeplerle mesajlarını beyan
etmiştir. Yeter ki insanoğlu duyup öğrenmeyi murad etsin.
Allah
(c.c), mütekellimdir, kelâmı haktır ve cümle âleme de bu sıfatı
ile tecelli etmiş, böylece her varlık kendine has kelâm ile kelâm
edicidir.
Kelâm
nedir? Yalnız sesle ifade edilen kelimelerden ibaret midir?
Hayır;
Allah, kendi zatına has kelâm sıfatı için sese, harflere ve bu
harflerden meydana gelen kelime ve cümleleri tertiplemeye muhtaç
değildir. Yani O’nun konuşması sesten de, harften de
münezzehtir. Bütün ilahi kitaplar, kelâm sıfatının
taallukuyla6
zuhur etmiştir. Beşerin hayatını düzenleyen ve ebedi saadetinin
reçetesini takdim eden bu kitaplar Cenab-ı Hakk’ın kelâm
sıfatının beşer kelâmı ve idrakine in’ikası (yansıması)dır.
Var olan bütün kelâmlar da Cenab-ı Hakk’ın kelâm sıfatının
birer tecellisidir. Böylece Allah Teâlâ, kelam sıfatındaki
sonsuz kudreti tezahür ettirmekte, ayrıca kendi yüce ism-i
şerifini sayısız lisan ile zikrettirmektedir. O, cansız
zannedilenler de dâhil her mahlûka kelâm sıfatından ayrı bir
lisan bahşetmiştir. Lisan-ı hâl denilen mânâ budur.7
Ayet-i kerîmede buyrulur:
“Yedi
gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbih eder; O’nu
hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların
tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” 8
Muhyiddin-i
Arabî (k.s) mevcudatı Hakk’ı tesbih cihetinde dört kısma
ayırmıştır. Bu tasnife göre Hakk’ı en çok zikredenler
sırasıyla:
- Cemadat (cansız zannedilen varlıklar, taş, toprak vs.)
- Nebâtât (bitkiler)
- Hayvanat
- İnsanlar (Hakk’ı en az zikreden insanlardır.) 9
Her
ne kadar konu zikir değilse de; zikir de kelâma girdiği için ve
cümle varlıkların kendine has lisan-ı hâl ile kelâm ettiklerini
bilmemiz için böyle bir beyanda bulunulmuştur.
Evet,
kelâmın Allah’ın bir sıfatı olduğu muhakkaktır. Zatına,
mevcudiyetine iman ettiğimiz gibi zatına ait bütün sıfat ve
esmasına da iman ediyoruz.
Mahlûkat
açısından kelâm; her mahlûkun kendine has hâl dili ve kâl
diliyle veya bir takım işaretler, rumuzlar kullanarak beden diliyle
sesli veya sessiz maksadını ifade etmek, Yaratıcı’yı anmak,
Yaratıcı’sının mevcudiyetine şahitlik etmek amacıyla mesajlar
sunmak, akıl sahipleri ile hal, kâl veya beden dili ile konuşarak
gerek kendi cinsleri arasında, gerekse diğerleriyle sesli veya
sessiz iletişim kurmaktır ki; bunun daha pek çok yönleri vardır.
Cümle varlık kelâm sıfatı ile kelâm etme ve zikretme durumunda
ve yeteneğindedir. Allah Teâlâ Süleyman (a.s)’a mahlûkatın
dilinden anlamayı lutfetmiştir:
“Süleyman
Davud’a varis oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi
ve bize her şeyden (nasib) verildi…” 10
“Nihayet
karınca vadisine geldiklerinde, bir karınca: Ey karıncalar!
Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi
ezmesin! Dedi. (Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi…”
11
“Göklerde
ve yerdekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O üstündür, hikmet
sahibidir.”12
Kur’an-ı
Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde ahirete ait haberlerde de
insanoğlunun lehine veya aleyhine şahitlik edecek olan şeylerden
de haberler mevcuttur:
“Yerküre
kendine has sarsıntıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını
dışarı çıkardığı ve insan “ne oluyor buna!” dediği
vakit, işte o gün (yer) Rabbinin bildirmesiyle bütün haberlerini
anlatır.” 13
“Allah’ın
düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi
bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman, kulakları,
gözleri, derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine
şahitlik edecektir. Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?
Derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu.
İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz,
derler. Siz, ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de
derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz,
yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini mi
sanıyordunuz.” 14
Resulullah
(s.a.v) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Kıyamet gününde
Kuran ve hayatını ona göre tanzim eden Kuran ehli mahşer yerine
getirilirler. Bu sırada Bakara ve Âl-i İmran sureleri Kuran’ın
önüne geçer… Her ikisi de kendilerini okuyanları müdâfâ için
birbiriyle yarışır.”15
buyurarak Kuran’ın hatta içindeki surelerin şahitlik edeceğini
bildirmektedir. Muhakkak ki dünyada ve ukbada cümle varlık
konuştuğu gibi ameller, taatler, isyanlar, kâinat, Kuran, melekler
Mevlâ’nın dilemesiyle yine O’nun dilediği kadar lehte veya
aleyhte konuşup şahitlik edeceklerdir. Mevlâ’ya hamd-ü senâ
ederiz ki; hakikatleri bildirerek bizleri temkinli, dikkatli
davranmaya, kulluk vazifemizin ciddiyetine ve istikamet üzere olmaya
bu haberleri ile yardımcı oluyor. Mümine düşen, hesabını
vereceği bir hayat yaşadığının şuurunda olup, cümle
şahitlerin lehine şehadet etmelerini sağlamaya çalışmaktır.
Kâinat,
bütün esma-i ilâhiyenin fiilî, Kur’an-ı Kerîm ise kelâmî
bir tezahürüdür. Diğer bir ifadeyle Kur’an-ı Kerîm, kelâm
suretine bürünmüş bir kâinattır. İnsan ise o kâinatın özü,
tohumu gibidir. Çünkü Allah’ın bütün sıfatlarından az veya
çok nasib almış tek varlık odur. 16
İnsan Kur’an-ı Kerîm’i ve kâinat kitabını okuyacak
kabiliyettedir. Mevlâ bu iki iktabın ibretle okunmasını, mütâlaa
edilip Yüce Mevlâ’nın azamet-i uzmasının ve hikmet dolu
mesajlarının algılanmasını murad etmiştir. Her şeyi kulları
için yarattığını bildiren Allah, eşref-i mahlûkat olarak
yarattığı kullarının her şeyle konuşup ayrı ayrı mesajlar
alarak Rabbin kudreti, azameti, hikmeti, merhameti karşısında
kulluğun şuuruna ermesini ve marifetullahta derinleşip, kemâle
erip dolayısıyla gayenin tahakkukunu murad etmiştir ve de insanı
böyle bir istidatta yaratmıştır.
Bu
iki kitabı yani Kuran’ı ve kâinat kitabını algılamamız şu
şekillerde olur:
1.
Bazen göz kanalı ile olur ki; Rabb’ül âlemin bizimle sessiz
sedasız konuşur, maksad bildirir. Bu gerek Kuran’ın göz ile
okunup sese gerek duymadan kelâmı manen duyup anlamakla gerekse
kâinattaki hadisata bakıp ibret almakla olur.
2.
Bir başkasından ses vasıtası ile kulak yoluyla o kelâmı
dinleyip algılamaktır.
Kelâm
bu iki yolla kalbe, kafaya intikal eder. Bu iki yönlü kelâm etme
vasıtası ile her çeşit bilgi alınır. İnsanlar kendi dilleri
ile kelâm edip aralarında konuşarak maksatlarını beyan ederler.
Yazarak, okuyarak kelâm edilir ve gaye tahakkuk eder.
3.Beden
dili ile; yani insanlar zaman olur, işaretlerle de maksatlarını
beyana çalışırlar ki; bu da kelâmın, beyanın ayrı bir
yönüdür. Bu şekilde birbirinin dilini bilmeyen iki kişi pekâlâ
birbiriyle anlaşır. Kulakları duymayan kimselere de işaret
diliyle maksat beyan edilir. Bunu kötüye kullanıp işaret ile
gıybet edenler, “Hümeze lümeze yapanların hepsine veyl olsun.”
17
şeklinde tehdit edilmişlerdir.
Ayrıca
Allah, insanların açıklamayıp kalplerinde gizledikleri şeyleri18,
gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini19,
nefsinin insana neler fısıldadığını20
bildiğini beyan ederek dile getirilemeyen maksatlara da muttalî
olduğunu (bilmek, anlamak, farkında olmak) bizlere bildirmekte, bu
meyanda Resulullah da “Ameller niyetlere göre değer kazanır”21,
“Niyetler amellerin fevkindedir” tarzındaki hadis-i şerifleri
ile niyetlerimiz hususunda bizleri uyanık olmaya teşvik etmektedir.
Böylece mezkûr ayet ve hadislerin ışığında kelâmın pek çok
nev’i olduğu anlaşılıyor.
Evet,
kelâm, bir maksadı ifade etmektir denilirse, bu ifade tarzı ses
ile, yazı ile, işaret ile olduğu gibi bu zahir yönlerinin yanı
sıra batın yönü olarak da niyetler, temenniler, nefretler,
tefekkür kanalı ile insanın kendi kendine konuşması; edindiği
bilgileri tefekkür edip mütâlaa etmesi, nefsin, şeytanın
vesvesesi, meleklerin ilhamları ile ve daha pek çok kanalla
insanoğlu kelâm etme ve kelâmı algılayabilme yeteneğine sahip
kılınmıştır.
En
küçük bir otun tohumunu ele alalım. O tohumun sessiz sedasız
bize edeceği kelâmı kalp, ruh dünyamızla dinleyelim bakalım,
bize neler söylüyor. Adeta şöyle dediğine şahit olacağız:
“Beni
Rabbim senin için yarattı, ben senin için varım. Beni toprağın
bağrına göm. Allah’ın izni ile toprak altında bir tohum iken
toprak üstüne yemyeşil bir ot olarak çıkacağım. Beni Rabbimin
canlı makineleri yiyecek, Rabbim orada posamı ayırarak, beni, sana
tertemiz gıdalar -et, süt, yağ vs.- olarak takdim edecek. Böylece
halden hale geçerek bu sefer senin midene ineceğim. Senin
ihtiyacına sunulmuş bir nimet olarak ben, bana düşeni yapmış
olacağım. Bundan sonrasını sen düşün.” Bir otun bu sözlerini
vicdanlarımızda hissedeceğiz, eğer gönül kulağımızla
dinlersek.
Mevlâ,
cümle varlığın kendilerine has lisan-ı hâli ile insanoğluna
mesajlar sunup Yaratanı’nın mevcudiyetine, birliğine şahitlik
ettirirken aynı zamanda da yaratılış hikmetini, kalbi ölmemiş,
vicdanı paslanmamış, aklı dumura uğrammış olan insana açık
seçik beyan eder. Hayvanatın en ufak olanlarından bir olan arı
ile şöyle bir hasbıhal etsek, görecek, duyacak ve duygulanacağız.
Bu esrarengiz muamma karşısında hayretimiz artacak. Zaten
tasavvufta derinleşen kişi “hayret makamı” denen makama gelir
ki, bu durumdaki sâlikin, marifetullahta derinleşmesi, ferasetinin
inkişafı nispetinde kâinat kitabını okuyup, esma-i ilahiyenin
tecellilerinin temâşâsı ile hayreti artar. İşte bu hayret ki,
kişiye bütün zerreleri ile “Sübhanallah”, “Allah-u ekber”
dedirtecektir.
Binlerce
örneğin içinden mesela ipek böceği ve dut yaprağını alalım.
Bir böcek dut yaprağını yiyecek, o yaprak ona hem besin olacak,
hem aynı zamanda ipek denilen en değerli bir ipliğe hammadde
olacak. O kurtçuk, yediği o ağaç yaprağından muhteşem,
rengârenk ipek dokuyacak.
Akıllara
durgunluk verecek bu oluşlar ki; birazcık tefekkürle, ferasetle
hadiselere bakıldığında öyle bir kelâm ettiklerine şahit
olunacak ki; bu sırlı işler ferasetle bakıp düşünen insana
Rabb’ül âlemin’in ibret dolu mesajlarını sunacak. Bu duygu ve
düşünceyle hadiseleri değerlendiren şahıs, -anlayışı, sezişi
nispetinde- hayreti artıp “lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâhi’l aliyyil azîm” deyip, o Yüce Mevlâ’nın o yüce
kudret ve azamet-i ilâhiyesini, Kur’an-ı Kerîm’deki
“tebârekellezî” ayetini bütün canlılığı ile duyup
duygulanacaktır. İşte böylece Kitab-ı Kur’an ile kitab-ı
kâinat arasındaki irtibatı anlayacaktır. Kur’an’da:
“De
ki: “Göklerde ve yerde neler var, bakın da ibret alın” Fakat
inanmayan bir topluma deliller, uyarılar fayda sağlamaz.” 22
buyruluyor.
Ancak
bir mikroskop ile görülebilen mikroptan tutun da insanın mahiyeti,
çekirdeği mesabesindeki hücreye kadar -yerler gökler, zahir
batın- her şey Yüce Yaratıcı’nın namına ibret, hikmet dolu
mesajlar sunarlar. İnsan kendine ait iç ve dış azalarına bakıp
onların vazifelerinin neler olduğunu, var oluş hikmetlerini,
faydalarını, vazifelerini aksatmadan bihakkın ifa ettiklerini,
vazifelerini aksatacak olsalar nasıl bir tehlikenin baş
gösterebileceğini en ince ayrıntıları ile haber alır.
Bir
Hak dostunun beyanıyla: “Bunca çiçekler, rengârenk çeşit
çeşit sümbüller, pek çok nev’i olan çiçeklerin bu
dünyamızdaki görevi nedir acaba?”
Mademki
kâinattaki her şey biz insanlar için yaratılmış, binlerce
hikmetle istifademize sunulmuş, bu muhteşem envai çeşit çiçekler
bize ne gibi fayda sağlayacak? Yüce Sanatkâr bu lâtif sanat
eserleriyle bizlere nelerden bahisler ediyor? Ne gibi mesajlar
veriyor?
İşte
muhterem üstad, Hak dostu, kâinat kitabının mütâlaacısı şöyle
der:
Her
bir çiçek sana şöyle der: “Ben cennetten bir numune olarak
yeryüzüne geldim. Rabbimin beni senin nazarına arz etmesinden
maksadı beni görüp de cennete iştihan artsın diyedir. Benim asıl
vatanım cennet yurdudur. O membadan bir demet olarak Rabbim bu dünya
âlemine gelmemi ve kısa bir zamanda vazifemi bitirip gitmemi emir
buyurdu” der. Bazısı aylık, bazısı birkaç hafta, bazısı
birkaç gün gibi kısa bir zamanda pörsür gider ve yerine başka
vazifeliler gelir ve her şey gibi onlar da doğar, ölür, yerini
başka cinslerine devreder.
İşte
çiçekler kervanı dahi ferasetle bakanlar için pek çok hikmetli
mesajlar sunarlar. Bilhassa ibret dolu cümle canlı varlıkların
binlerce hikmetle var oluşları. Her nevi canlının Rabb’ül
âlemin’den aldığı ilhamla hayatını devam ettirmesi feraset
ehline pek çok mesajlar sunmaktadır.
Bir
de görülmeyen fakat mevcudiyeti hak olan şeylerden örnek verecek
olursak: Elektrik akımını görmüyoruz fakat ne işler yaptığını
sual edip dinleyecek olsak onun da kendine has lisan-ı hâl ile
neler söyleyeceğini düşünelim. Bilindiği üzere dünyamızda
bir yer çekimi mevcut. Bu da hikmeti sonsuz Yüce Mevlâ’nın bir
kanunudur ki; o olmasa arzda hiçbir canlı tutunamaz, yürüyemez.
Bu muazzam kanunla konuşmayı hiç akıl ettik mi? Merak edip o
nimet-i ilâhî ile konuşsak o da muhakkak lisan-ı hâl ile
meramını, bu kâinattaki aldığı rolü anlatacaktır. Sürekli
aldığımız hava da ayrı bir mesaj sunup üstlendiği görevin
azametini –kısmen de olsa- anlatacaktır.
Evet,
adeta her şey Yüce Mevlâ’nın vazifeli askerleri gibi sorana
maksatlarını bildirip dinleyenlere Rabb’ül âlemin’den
mesajlar sunarak ikinci bir vazife daha yapmış olurlar. Kişi, bu
tılsımlı sanatın arkasında Sanatkârı, bunca nakışların
arkasında Nakkaş’ı, cümle mahlûkun arkasında Hâlık’ı
bulur ki; böyle bir seziş, anlayış, idrakle inşallah Rabb’e
kurbiyet ve imanda yakîn hâsıl olur. Yeter ki kâinat ve içindeki
cümle mahlûkun sana sunduğu hikmet, ibret dolu ikazları ile
Hâlık’ını tanı, bunca nimetleri, hikmetleri kâinat kitabında
oku ve idrak edip ibret almaya çalış. Bak göreceksin cümle
varlık seninle nasıl da hoşça sohbet edecek, öyle sohbetler ki
cümle esmânın sırları orada çözülecek ve kelâm ettiğin her
bir varlık sana esma-i ilâhî adına mesajlar sunup O Yüce
Yaratıcı’ya yaklaşmana ve marifetullah hüzmeleri toplamana
sebep olacaktır.
Bir
de Rabb’in bahşettiği kelâm sıfatını yine Rabb’in istediği
gibi kullanıp günah kirlerine bulaştırmaya gayret edeceksin.
Mevlâ’dan
bahşetmiş olduğu kelâm sıfatının hakkına riayet edip kâinat
kitabını ve Yüce Kuran’ı okumayı, ilim sahibi olmayı nasib
etsin. Âmin.
1
Nisa:164
2
Lokman:27
3
Rahman:1–4
4
Rum:22
5
İbrahim:
4
6
taalluk:
1- ilgi, nisbet, 2- münasebetler, rabıta
7
İslâm,
İman, İbadet, Osman Nuri Topbaş
8
İsra:44
9
Musahabe
6, M. Sami Ramazanoğlu
10
Neml:
16
11
Neml:18–19
12
Saff:1
13
Zilzâl:1–5
14
Fussilet:19–22
15
Müslim,
Müsafirin, 253
16
Nebiler
Silsilesi 1, Osman Nuri Topbaş
17
Hümeze:1
18
Mülk:13
19
Mü’min:19
20
Kaf:16
21
Buhari,
Müslim
22
Yunus:101
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder