Yüce
Mevlâ’nın isimlerinden olan Semi, işiten; Basîr, gören
demektir.
Kur’an-ı
Azîmüşşan’da Allah (c.c), gördüğünü ve duyduğunu
defalarca haber veriyor. Semî’ ve Basîr olduğunu ilan ediyor ki,
adeta “Ey kulum! Dikkatli ol, Ben seni ve yaptıklarını görüyorum
ve yine dikkat et sesini duyuyorum” diyerek sürekli uyarıyor.
Cümle
varlıklar, esmâ-i ilâhiyenin yansımasıdır ve fani varlıklardır.
Cenab-ı Hakk’ın hikmetine binaen bu iki isminin tecelli etmediği
varlıklar hariç, yarattığı canlı varlıklara bu iki ismi ile de
tecelli etmiş, onları da gören ve işiten varlıklar kılmıştır.
Biz
insanlar olarak konumuz olan Semi’ ve Basîr isimleri karşısındaki
sorumluluklarımızı müzakere edelim:
“İnsan,
Allah’ın isimleri adına mazhar olduğu şeylerden istifadesi
nisbetinde Allah’a yaklaşır” kaidesinin sırrı –Allah’u
âlem bu kaide cümle esmâ-ül hüsnâ için geçerli olmakla
beraber- Semî’ ve Basîr isimleri için de geçerlidir. Bin bir
isminin cilvelerinden ibaret bir gül goncası gibi kâinatı insana
takdim eden Yüce Allah, her şeyi insan için yaratmış, insanı da
esmâ-i ilâhiyesine ma’kes olabilecek istidatta yaratmıştır.
Bunların inkişafını da insana verdiği cüz’î iradeye
bağlamıştır. İnsan, bu cüz’î iradesini hakka, doğruya
yönlendirmesi nisbetinde adeta Mevlâ’nın küllî iradesinin
kapısının tokmağına dokunmuşçasına kudret, ilim gibi pek çok
esma-i ilahiyenin tecellileri ile Mevlâsı kuluna inayetini,
tevfikini yar edecektir.
Evet,
esmâ-i ilâhiyenin nokta-i mihrakiyesi olan insan, o isimlerden
istifadesi nisbetinde Allah (c.c)’a yaklaşmış olur.
Bazı
istisnaları hariç bütün canlılar Semî’ ve Basîr isminin
tecellisinden hisselerini almışlar demiştik. İnsanlar, melekler,
cinler, şeytanlar, hayvanlar. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da
biz insanlar olarak –sadece insan olmakla kalmayıp, İslâm’la
da şereflenmiş olan müminler olarak- acaba Yüce Mevlâ’nın bu
muazzam nimet-i ilâhiyesi Semî’ ve Basîr isimlerinin
tecellilerine mazhariyetin haklarını nasıl koruyacağımızı ve
bu muazzam nimet-i ilâhiyeyi nasıl değerlendireceğimizi hiç
düşündük mü?
İnsanın
var oluş gayesi malum. Görme ve işitme duyuları, sırf nefse dair
kullanılır ve yalnız dünya hayatımız namına onlardan
yararlanılırsa, diğer mahlûklardan bir farkımız kalır mı?
Bir
nimet ki peşinen verilmiş, o nimetle ne kadar Rabbine yaklaşıyorsan
veya o nimet seni ne nisbette Rabbine yaklaştırdıysa o nisbette
istifade ettin demektir. Basiretli olduğun, kâinat kitabını
okuduğun, basiretle, ibretle müşahede ettiğin ve değerlendirdiğin
nisbette Basîr ismine yaklaşmış olursun. Değerli olan seni ebedî
âlemde ölümsüz basara (görmeye) kavuşturan, buna sebebiyet
veren basiretle bakan gözdür. Değilse, sırf dünya ve dünyasına
ait şeyleri görmek, esas görülmesi gerekeni görmemek, meselâ
cismi görüp, o cismi yaşatan ruhu hesaba katmamak, görmezden
gelmek, maddede kalıp mânâyı görememek ki böyle bir görüş,
sahibine bu faniler âleminden, bakiler yurduna geçtiği zaman
hiçbir fayda sağlamaz. Böyle bir gözün orada âmâ (kör)
olacağını Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Yaratıcı haber veriyor:
“Kim
de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir
hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.
O:
“Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten
görür idim!” der.
(Allah)
buyurur ki: “İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi, ama
sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun.” 1
Ayette
geçen: “Kıyamet günü biz onu âmâ olarak haşredeceğiz”
denilenler kimlerdir?
“Kim
benim zikrimden yüz çevirirse” yani Allah buyuruyor ki: “Ben
iki kitap gönderdim. Birisi Kur’an, diğeri de kâinat kitabı.
Sen bu gören gözlerinle bu kitapları görmedin, görmezden geldin,
yüz çevirdin, görür gözlerini kör hükmünde eyledin. Ben de
bugün seni, işte böyle yaparım. İnayetimden mahrum eder, kör
olarak haşrederim.”
Haşirde
âmâ olarak dirilen kişinin: “Beni niçin kör olarak haşrettin?
Ben görür idim.” Feryatlarına karşılık Yüce Mevlâ
yukarıdaki beyanlarla karşılık vereceğini haber veriyor.
Başka
bir ayette ise: “Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu
sebeple onlar geri dönemezler.”2
buyruluyor.
Allah’ın
bahşettiği hakkı duyma, hakkı görme ve hakkı söyleme
istidatlarını köreltmiş böylece bedbahtlardan olmuşlardır.
“(Hidayet
çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın
bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer.
Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple
düşünmezler.” 3
Ayette
bahsedilen kimseler aslında, zahiren sağır, kör olmadıkları
halde hakka, hakikate karşı ilgisiz, görgüsüzlerin durumlarını
“Onlar hakkı görmez, hakkı duymaz sağırlar, körler” diyerek
mânâyı görmeyen, duymayan veya görmeye, duymaya tenezzül
etmeyen sırf madde planında sıkışıp kalan ve böylece mânâya
açık görme, duyma istidatlarını körletenlerin aslî vatan olan
ebediyet yurdunda kör ve sağır olacaklarını görüldüğü gibi
ayetler açık ve seçik haber veriyor.
Yüce
Yaratıcı bir başka ayette de mealen şöyle nida ediyor:
“Yoksa
sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut
düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir,
hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” 4
Hak
kelama kulak vermeyen o işiten kulağı haktan gelen mesajlara karşı
kapayan, duyan kulağını adeta sağır hükmünde hak ve hakikatten
gelen sese tıkayan bedbahtları Yüce Mevlâ behaim (hayvanlar,
davarlar) gibi belki daha da beter diyerek durumlarını beyan
ediyor. Hakkı duyma, duyup değerlendirme istidadını bahşeden
Mevlâ, bu istidatları yerinde kullanmayıp hakkını gözetmeyenlere
akıbetlerinin tehlikelerini defaatle ilan edip uyarıyor. İşte
bunlardan birkaçı:
“Elbette
sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken
sağırlara da daveti duyuramazsın.
Sen
körleri sapıklıktan çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak
ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin.” 5
“Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya
ve ahirette) büyük bir azap vardır.” 6
Şöylece
özetleyelim: İnsanın bir madde bir de mânâya bakan iki özelliğe
sahip bir varlık olduğu malumdur. Cisimle ruhun birleşmesi ile
dünyaya gelmiş olan bu varlığın bir cisme ait, bir de ruhuna ait
sorumlulukları ve vazifeleri olduğu da bir gerçektir.
Bu
varlığı yaratan Yüce Hâlik, cisminin ve ruhunun ihtiyaçlarını
da yaratmış ve bu ihtiyaçlarının temini için pek çok nimetler
de bahşetmiştir ki, bu kanallarla da iradesini geliştirsin,
isabetli kararlar verip bunları uygulasın. Yani nefsinin ve
cisminin haklarını gözetip ihtiyaçlarını temin etmeye gayret
ederken ruhunun gıdasını, esas gaye olan Rabbini bilme, bilip
itaat etme, bunca nimetleri karşısında nankör olmayıp şükredici
olma, üzerine düşen kulluk vazifesini bihakkın (hakkıyla) edaya
gayret etme gibi.
Bütün
bunlar maneviyata çık duyuş, maneviyata açık görüş, seziş
sayesinde inşallah zuhur edecektir. Aslında insan eşref-i
mahlûktur (en şerefli mahlûk). Şereflidir; şerefli şeylerin
peşine düşer. İstidatlarını, içindeki sevgi hislerini,
sahibini bulup O’na tevdî eder (döndürür). Rabbini sever,
Rabbinin sevdiklerini, Rabbi seviyor diye sever, bütün azalarının
ve konumuz olan görüp duyma nimetlerinin şükrünü edaya çalışır,
onları manevî kirlerden korumaya çalışırken hakkı görmeye,
hakkı duymaya kanalize eder. Böylece şeref üstüne şeref, değer
üstüne değer kazanır. Hakk Teâlâ böyle kullarını Kuran’da
şöyle tanıtıyor:
Bütün
esmâ-i ilâhiyede olduğu gibi bu iki isimde de manaya ait görme ve
duyma kabiliyetlerinin inkişaf ettirilmesi nisbetinde orada istifade
edilecektir.
Denilebilir
ki, kesrette vahdeti bulup o vahdete gönül verdiğin,
duygulandığın, görüp, ibret alıp, hislenip muazzam sanat-ı
ilâhiye karşısında kendinden geçtiğin ve azamet-i ilâhiye
karşısında hiçliğini idrak edip Rabb’in rububiyeti karşısında
ubudiyet şuuruna erdiğin nisbette aslî vatanında bu isimlerden
istifade edeceksin.
Bir
Hakk dostu Efendimiz’in (s.a.v) mevzu ile alakalı haberlerinin
beyanından istifadeyle Allah’ın (c.c) vasfını şöyle beyan
eder:
“O’nun
bir şeyi görmesi, diğer şeyleri görmesine mani olmaz. Bir şeyi
duyması, başka bir şeyi duymasına mani olmaz” dedikten sonra:
“Burada
esmâ-i ilâhiyyeden istifade nisbetinde orada bin bir şeyi birden
göreceksin. Bin bir şeyi birden duyacaksın. Bin kelamı birden
edeceksin. Bin hakikati kalbin biden alacak, bin zevki birden
duyacaksın. O sınırsız âlemde her şey sınırsızdır, fakat
bundan istifaden senin kendi kabiliyetlerini inkişaf ettirmen
nisbetinde orada istifade edeceksin.”
Yine
bir Hakk dostundan dinleyelim:
“İnsan
eşyada cilve endaz olan isimlerini görme, isimden müsemmaya
(isimlendirilen) sıçrama, hatta sıfatları dahi Zat-ı Bârî’yle
kendisi arasında perde sayma aşkı, heyecanı içinde yaşadığı
nisbette esmâ-i ilâhiyyede mesafe kat edecek, orada Cenab-ı Hak’ın
isimlerinden istifade edecektir.”
Evet,
sanattan sanatkâra geçebilme, nakışta nakkaşı seyretme, maddede
manayı sezme ufkuna Rabbimiz hepimizi ulaştırsın.
Rabbimiz
Kur’an-ı Keîm’de kullarını hakikati görmeye davet ediyor.
İkazları görerek ulviyete yükselineceğini vurguluyor. Kullarını
tefekküre, temaşaya, basiretli olmaya davet edip duyma ve görme
sıfatının bize çok şeyler kazandıracak muazzam bir nimet-i
ilâhiye olduğunu hatırlatırken yine bu iki nimet sû-i istimal
edilir, hak ve hakikati duymadan, bu nimetleri sana bahşedeni hesaba
katmadan fani âleme hasredilirse mesuliyetinin de çok şedid
olacağının haberini veriyor. Bazı ayetlerde nimetleri sayıyor ve
“bunların nasıl yaratıldığını düşünmez misiniz?” diye
soruyor. Yine “görmüyor musunuz şu deve nasıl yaratılmış”8
diye soruyor. Görüp ibret almaz mısınız, şu gözleriniz,
elleriniz nasıl da yerli yerince, görmez misiniz şu kâinatta her
şeyi sizin için istifadenize sunduk, görmez misiniz yerden su
çıkardık, gökten su indirdik, bunca bağlar, bahçeler halkettik
sizin için, görüp, ibret alıp şükretmez misiniz? diye soruyor
Mevlâ.
Evet,
bunlar ayetlerden bazı kelamlar. Kuran’da bu mevzu ile ilgili pek
çok ayet mevcuttur. Velhasıl insana yararı olan göz; hakkı
gören, yani maddede manayı müşahede eden göz ve hakka kulak
veren, hakka dilbeste olan kelâmı işiten kulaktır.
Yine ayette:
“Allah’ın
rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl
diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her
şeye kadirdir.” 9
“De
ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah ilk baştan nasıl yaratmış
bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret
hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir.”
10
“Artık
kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim
zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.” 11
İnsana
amelleri gösterilir, insan yaptığını görür. İnsana bu imana
ve inanca sahip olduktan sonra, “istediğini yap” denilebilir.
Zira vakıa ve realite yapılan her şeyin aynen karşılık
göreceğini kat’i ifade etmektedir. Bu anlayışta bir insan
alnını ak, yüzünü pak edecek ve ötede onu mahcup edip yere
batırmayacak işler yapma lüzumunu duyacaktır.
İnsanın
dünyada yaptığı her halis, salih amelin bir mükâfatı vardır.
Allah’ı bilmenin yani marifetullah ehli olmanın da bir mükâfatı
vardır.
Allah’ı
bilmenin mükâfatı da Zat-ı Bârî’yi müşahede etmektir.
Allah’ı bilmenin ana yolu da bu iki muazzam isim ve sıfattan
kaynaklanıyor veya bu iki ismin bu mevzuda rolü büyüktür
denilebilir.
Genelde
ceza da mükâfat ta kendi cinsindendir. İnsanı diğer mahlûkattan
ayıran hakkı duyup hakkı görmesi olacaktır. Nasıl ki, bu
dünyada her şey fanidir, aynen bunun gibi bu dünyaya ait duyuşlar
ve görüşler de fanidir. Ebediyete kapalı kulak ve göz orada da
kör ve sağır olacaksa Allah’ı bilmenin de karşılığının
Zat-ı Bârî’yi, Rabb’ül Âlemin’i müşahede olduğunu
Efendimiz’in nurlu beyanlarından öğreniyoruz. Bir hadis-i
kudsîde Cenab-ı Hakk “Salih kullarıma gözün görmediği,
kulakların işitmediği ve beşerin kalbine dahi gelmeyen şeyler
hazırladım” 12
buyurmuştur.
Gözün
görmediği, kulağın işitmediği derin işler yapan, gönül gözü
basiretle kâinatı ve olayları değerlendiren, kulak ve göz kanalı
ile içinde derinleştikçe derinleşen huşyar (akıllı) kalplere,
Cenab-ı Hak bir takım sürprizlerle karşılaşacağının
müjdesini veriyor. Salih amellerin mükâfatı cennetlerde istirahat
etmek ve nimetler içinde perverde olmaktır.
Dünyanın
gayri meşru lezzetlerine karşı alakasız kalmanın mükâfatı
cennetlerdeki meşru nimetlerden bol bol istifade etmektir.
Af
ve müsamahalı olduğu takdirde affa mazhar olacaktır.
Allah’ın
dinine hizmeti gaye edindiği ve o yüce dinin şerefini koruyup bu
yolda çektiği sıkıntılar nisbetinde ukbâda şerefi artacaktır.
Rabbimizden
dileriz; bütün insanlara ve biz ümmet-i Muhammed’e basiretle
görmemizi ve hakka kulak verip hayatı ve hadiseleri en güzel
şekilde değerlendirmemizi lûtfetsin. Âmin.
1
Taha:124–126
2
Bakara:18
3
Bakara:171
4
Furkan:44
5
Neml:80–81
6
Bakara:7
7
Furkan:73
8
Gaşiye:17
9
Rum:50
10
Ankebut:20
11
Zilzal:7–8
12
Buharî,
Müslim, Tirmizî
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder