Allahü
Azimüşşan’ın sıfat-ı zâtiyyesi, sıfat-ı uzması ve
isimlerinden olan Ehad ve Vâhid, Allahü Zülcelâl’in tek
olduğunu, bir olduğunu bildirir. Kur’an-ı Azimüşşan’da pek
çok yerde bu konu ile ilgili haberler mevcuttur.
الرَّحِيمُ
الرَّحْمَنُ
هُوَ
إِلاَّ
إِلَهَ
لاَّ
وَاحِدٌ
إِلَهٌ
وَإِلَـهُكُمْ
“Ve
sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O Rahmân ve Rahîm olan
Allah’tan başka bir tanrı yoktur.” 2
Bu
ayet insanlara bir ikazdır ki, tek olan Yüce Allah kullarından tek
yöne yönelmelerini, tek bir gaye, tek bir talep, tek bir niyette
olmalarını ister ki bu gaye, talep ve niyet, yalnız ve yalnız
Rabb’ül âlemin’in rızasını taleptir ve bu tevhîd akidesinin
özüdür, nüvesidir. Kelime-i tevhîd’de nasıl “Allah’tan
başka ilâh yoktur, ancak Allah vardır” deniyorsa Ehad da o
Allah’ın tek olduğunu ilân eder. Zâtına ait bir sıfat ve
ism-i ilâhîdir ki “O Allah Ehad’dır, hiçbir şeye benzemez,
tekdir, birdir” diyerek zâtı hakkında hiçbir düşünce ve
tahayyüle asla yer vermeyip “وَلَمْ
يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ”
diyerek
bütün hayalî düşünce ve tasavvur yollarını kapatmıştır.
Vâhid
ism-i şerifine gelince Ehad’le Vâhid’in arasında bazı
farklılıklar vardır. Ehad, zâtına ait sıfatı, ismi; Vâhid ise
sıfatlarında, esmasında, fiiliyatında, icraatında, kanun ve
nizamında bir olmasıdır.
Ehad’dır.
“Allah
ki O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur.” 5
Yine
Nisa Suresi 171. ayette ‘tanrı üçdür’ denmesi yasaklanmış
ve tafsilatla ifade edilmiştir ki, ‘Meryem oğlu İsa Allah’ın
resulüdür. Allah birdir, tekdir’.
Yukarıdaki
ayetlerle Cenab-ı Hakk ehadiyetini ilan eder.
“Yahudiler
Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), Hıristiyanlar da
rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Mesih-i Rabler edindiler.
Hâlbuki hepsine de tek tanrıya kulluk etmekten başka bir şey
emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların ortak
koştukları şeylerden uzaktır.” 7
“…De
ki: O benim Rabbimdir. O’ndan başka ilâh yoktur. Sadece O’na
tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.” 8
“…De
ki: Allah her şeyi yaratandır ve O birdir (Vahid’dir), güçlüdür
ve kahredicidir.” 9
Bu ayette sıfatları ile ilgili bilgiler yer almaktadır.
“Mutlak
Hâkim ve Hak olan Allah çok yücedir. Ondan başka ilâh yoktur. O
(Vahid’dir,) bereketli arşın sahibidir.” 10
Allah
Teâlâ, bu ayette de bazı esmasından bahsederek vahdaniyetini ilan
eder.
“İşte
O Allah’tır. O’ndan başka tanrı yoktur. (O Vahidir.) Önünde
de sonunda da hamd O’nundur, hüküm O’nundur ve ancak O’na
döndürüleceksiniz.” 11
Bu
ayette de esmasındaki vahdete işaret etmiştir.
“Allah
ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma, O’ndan başka
tanrı yoktur. (O Vahidir.) O’nun zâtından başka her şey helâk
olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.”
12
Bu
ayetteki hitap esasen Hz. Peygamber (s.a.v)’in şahsında
müminleredir ve yine esmasında vahdaniyete işaret edilmiştir.
“De
ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir
(Vahid) olduğu (bildiriliyor) vahyolunuyor. Artık O’na yönelin,
O’ndan (başka ilâh yoktur) mağfiret dileyin. Ortak koşanların
vay haline.” 13
Bu
ve benzeri pek çok ayet-i kerimelerde Rabb’ül âlemin
vahdaniyetinin haberini veriyor ki, tevhid akidesinin hakikatinden
mesajlar sunarak çeşitli sebeplerle birliğini ilan ediyor. O Vâhid
ki zâtında bir olmakla beraber sıfatlarında, esmasında,
fiiliyatında, icraatında, hükmünde, mizanında, mülkünde, her
şeyde birdir, Ehad’dir, Samed olduğunu ilan eder.
“هُوَ
الْحيُّ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ
مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّىنَۜ آلْحَمْدُ
لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِىنَ”
“Ebedi
hayat sahibi olan O’dur. O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur.
Artık O’nun için dinde ihlâs sahipleri olarak O’na duada
bulunun.” 14
‘Hüve’
zâtına delâlet eden bir zamir olmakla beraber bir ismidir. ‘Hayy’,
hayat sahibi olup hayat veren, ‘ilâh’ yalnız kendisine ibadet,
kulluk edilecek zât demek olup, bu sıfatlara haiz olan Allah
birdir, Vâhid’dir anlamına gelir. Ve hamd âlemlerin Rabbi olan
Allah’a mahsustur.
“Lâ
ilâhe illallahü vahdehû lâ şerikeleh lehül mülk velehül hamd
ve hüve alâ külli şey’in kadîr.”
Yine
bu şümullü tevhid ifadesinde de görülen o ki, “Allah’tan
başka ilâh yoktur, ancak Allah vardır. Ortağı, benzeri yoktur.
(Yani O Vâhid’dir.) Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur, O
Allah ki, her şeye kâdirdir. (Yani dilediğini dilediği zaman,
dilediği gibi var etmeye kâdir olduğu gibi, dilediğini dilediği
zaman dilediği gibi yok etmeye de kâdirdir.)”
Bu
öyle derin bir mevzu ki, adeta her şeyin maddeye ve mânâya bakan
yönlerinde O Yüce Allah’ın Vâhid esması özü teşkil ediyor,
her şey ondan neş’et ediyor, en küçükten en büyüğe her
şeyde O’nun Vâhid imzasını, mührünü görüyor ve iman
ediyoruz. “Lâ ilâhe illallah” diyor, Allah’ın Ehadiyetini ve
Vahdaniyetini kalbimiz ile tasdik, dilimiz ile ikrar ediyoruz.
Elhamdülillah.
Denebilir
ki, kesrette vahdeti temâşâ etmek, bunca varlıkta o vahdet
ayineleri ki, mümini Rabbine doyumsuz aşk ve şevkle iç huzuruna
ve Rabbiyle kurbiyete sevk eder. İnsan eserde müessiri, sanatta
sanatkârı, nakışta nakkaşı müşahede eder ve her şeyi hakiki
sahibine teslim eder de, üzerine düşen dersi almaya çalışır ve
her zerrede temâşâ ettiği vahdet mühründen şahsı için ders
çıkarıp sorumluluğunu idrake çalışırsa, inşallah bu esmanın
maneviyatına edeceği tecelliden çok kârlı semereler elde eder.
Kur’an-ı Kerîm’den bazı ayetleri kaydettik ki, bu ayetlerin
ışığı ile hem Rabbimizin vahdaniyetine imanımız kuvvetlensin
inşallah, hem de bu ism-i ilâhî ile ilgili durumumuzu gözden
geçirip eksik ve kusurumuzu anlamaya çalışalım.
Her
şeyde vahdet imzasının ve mührünün mevcudiyetinden bahsettik.
Evet, bunu nereden mi çıkardık? İşte Kur’an ayetleri ki,
Rabb’ül âlemin açık seçik ifadelerle birliğini ilân ediyor,
zâtının tek olduğunu bildiriyor. Meselâ:
هُوَ
اللّٰهُ الَّذِي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا
هُوَۚ آلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ
الْمُؤْمِنُ الْعزِىزُ الْجَبَّارُ
الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ
عَمَّا يُشْرِكُونَ هُوَ اللّٰهُ
الْخَالِقُ الْبَارِىُ الْمُصَوِّرُ
لَهُ الْحُسْنٰيۜ ىُسَبِّحُ لَهُ مَا
فِى السَّمٰوَاتِ وَالْارْضِۚ وَ هُوَ
الْعزِىزُ الْحَكِىمُ
“O,
o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir mâbud yoktur. Hükümran
olan, mukaddes olan, selâmet veren, emniyet ihsan eden, gözeten,
her dilediğine galip olan, dilediğini zorla yaptıran, büyüklükte
eşi bulunmayan ancak O’dur. Allah ortak koştukları şeylerden
münezzehtir. O, yaratıcı, var edici, eşyaya şekil verici olan
Allah Teâlâ’dır. O’nun için pek güzel isimler vardır. O’nun
için göklerde ve yerde ne varsa tesbih eder ve Azîz, Hakîm olan
O’dur.” 15
buyurarak tek ilâh olduğunu, Vâhid olduğunu bildirerek, diğer
esmâların o tek olan Allah’a ait olduğunu ilan ediyor. Evet, O
Rahman Rahîm, O Azîz, O Melik, Rezzâk, Hâlık… Bilinen
bilinmeyen daha pek çok esma-i şerifi olduğu söylenir ki,
Peygamber Efendimiz’in bilip ümmetine bildirmediği, yalnız kendi
zâtında kalması takdir edilen esması olduğu gibi, resullerine de
bildirmediği o sınırsız ilminde yalnız kendi zâtının bildiği,
zâtına has sayısız esmasının olduğunu âlimlerimiz
bildirmişlerdir.
Her
şey fani, o Yüce Allah Bâkî, O Hâlık, gayrısı mahlûk. Cümle
varlık o Ehad, Samed olan Allah’ın eseri olup esmasının
tecellilerinden ibarettir. Her şey O’nun varlığıyla vardır
yani varlıklar o tek olan varlığın var etmesi ile esmasının
tecellileri ile zuhur etmiştir. Tabiri caizse, bir varlığın
gölgeleri misali aslına bağlıdır ki her şey Allah’ın
esmasının tecellilerinde ibarettir. Hakiki var olan tek varlık
Allah’tır, o Allah ki zâtında, sıfatında, esmasında Ehad’dir,
Vâhid’dir.
Bir
diğer açıdan baktığımızda görüyoruz ve Allah’ın izniyle
bir nebze de olsa idrak ediyoruz ki, her şeyde vahdet mühürleri
basılmıştır bu isimlerle. Hiçbir şey bir diğerinin aynısı
değildir. Adem (a.s)’dan bugüne kadar yaşamış milyarlarca
belki katrilyonlarca insanın görülebilen birkaç santimetre
içerisindeki yüz şekilleri hep birbirinden farklı olup birbirinin
aynısı olmamıştır. Görünüşte hiç fark edilmeyen parmak
izlerinin birbirine benzemeyişi, kar kristallerinin birbirinden
farklı olması, hayvanların kendi cinsleri içinde farklılıklar
taşımaları, nebatatta da hiçbir mahsulün, çiçeğin, yaprağın
diğerinin aynısı olmaması artık ispatlanmış bir gerçektir. O
Yüce Allah ki, her hücreye, her zerreye, cümle varlığa Vâhid
ism-i şerifinin mührünü basmış olup böylece vahdaniyetini açık
bir şekilde ilan etmiştir. Kesrette vahdetini gizlemiş olup -pek
çok şeyin görünüşte aynı gibi görünmelerine rağmen- onlara
kendilerini diğerlerinden ayıran özellikler vermiştir. O bir olan
Allah her yarattığına birliğinin mührüyle ayrı bir şahsiyet
vermiştir. O ‘Mâlik-i yevmiddin’ yani din gününün sahibidir
de, kıyamet günü El-Muîd ism-i ilâhîsi ile insanları yeniden
halk edip diriltecek, huzurunda toplayıp hayatlarının hesabını
soracak ve hesabın sonucu olarak ya ceza ya da rahmeti ile karşılık
verecektir. Yine O, Vâhid olan tek hükümdardır, tek hâkim olan
Yüce Mevlâdır ki, hükmü O verecek, mührü O basacaktır.
Allah’ın
ehadiyet ve vahdaniyetine az da olsa nazar ettikten sonra bu hususta
bize düşen dersi almaya çalışalım. Mademki Allah cümle
kâinatta canlı cansız her şeyde bir olduğunun nişanlarını
sergilemiş ve bunu Kur’an-ı azîmüşşan’da pek çok ayetlerde
açık ifadelerle bildirmiş, insanlar olarak özellikle müslümanlar
olarak bizim üzerimizde görmek istediği tek şey nedir? Ve
fıtratımıza koyduğu bu nüveyi nasıl geliştirebiliriz? Bu
nedir, neyin nüvesidir ve bu hususta nasıl bir sorumluluk
altındayız?
Şöyle
ki Allah (c.c) fıtratımıza iman çekirdeğini –nüvesini-
koymuştur. Dikkat edilirse bu nüve birkaç olmayıp birdir ve bir
olmayı iktiza eder. Çünkü yaratıcısı birdir, Ehad’dır. İşte
her şey bu tek nüveye dayanıyor. İnsanın tüm sorumlulukları
said ya da şaki olmasının özünde yatan o tek iman nüvesidir ki
insanın ya alâ-yı illiyîne ya da esfel-i sâfilîne gitmesine
sebeptir. Evet, insan Allah’ın fıtratına koymuş olduğu bu iman
çekirdeğini gerekli sebeplere tevessül ederek geliştirirse alâ-yı
illiyîne manen yükselir ve halifetullah sırrına vasıl olur. Bu
da başta o tek iman çekirdeğinin korunması iledir ki böyle şek
ve şüpheden korunmuş, tek Allah’a inanmış kalb sahibi, O Yüce
Rabbinin verdiği bütün haberlere inanmış yani Resulü’ne
(s.a.v), Efendimiz’in hak peygamber olduğuna ve o peygamber
vasıtasıyla vahyettiği Kur’an-ı azîmüşşan’ın Hak kelâmı
olduğuna sarsılmaz tam kat’î bir inanışla inanmıştır. İşte
hep bunlar o iman çekirdeğinin özünde toplanmış olup, zamanı
gelince adeta o çekirdekten birer filiz gibi gelişip büyümüştür.
Ve işte böyle içte derinleşen ve içte kök salan bu çekirdek
zamanla yeraltından yer üstüne çıkıp, ağaç olarak kendini
gösterir. Bu rüşeymin (filiz) büyüyüp ağaç olması ve
meyvelerini vermesi iktiza eder. İşte bu misalle anlatılmaya
çalışılan, fevkalade ciddiyet arz eden iman meselesi ki tek
çekirdekten neşet etmiş ağaç misali her bir nebat, ağaç tek
çekirdekten neşet eder ve dal budak salar, meyve verir. İmanın
korunması ve güçlenmesi için gereken sebeplere yapışılması
ile -ağacın köklerinin yeraltında kuvvetlenmesi misali- o imanın
iç âlemde kökleri güçlenir ve imanın eserleri zahire çıkmaya
başlar, yani inandığı meseleleri tatbik gibi. Fakat bu dışarıda
görülen dal, budak, yaprak misali amellerin zararlı değil yararlı
olması için ve istenilen mahsulün alınabilmesi için, çok
mühimdir, bir iksire ihtiyaç vardır. İşte o iksir olmazsa o ağaç
zakkum ağacı olabilir. O nüve bozulursa, iman ve ihlâsa leke
düşerse ağaç olur, meyve verir ama maazallah cehenneme sebebiyet
verecek meyveler verir. Evet, o iksir, imandan sonra ihlâstır.
Yalnız ve yalnız Rabbe kulluk niyetidir, o tek olan Allah asla
ortak kabul etmez. İman meselesinde ortak kabul etmediği gibi
amellerde de ortak kabul etmez. Nasıl ki Allah birdir, Ehad’dır,
öyleyse yapılan kulluk da o bir olan Allah’ın emri diye, O’nun
rızası için yapılmalıdır. Bu da bir kalb işi, niyet işidir.
Evet, bütün ameller o bir çekirdekten çıkıyor. Sonra niyetler,
temenniler, talepler ve gaye hep O olmalıdır. Bu saydıklarımız
ve bu doğrultuda bütün tasavvurlarımıza Vâhid mührünü
basabilirsek ne âlâ, değilse işlenen ameller her ne kadar güzel
görünse de faydasız hatta zararlı olur. Çünkü şirk-i hafî,
şirk-i sağir damgasını yer. Şirkin boyutları çoktur. Allah’a
ortak koşmak, Allah ile birlikte başka şeyleri de ilâh kabul
etmektir ki, putlara, ateşe ve benzeri şeylere tapanlar imanda şirk
içindedirler. Bir de amelde şirk vardır ki, Hak rızası,
hoşnutluğu yerine insanların razı olmalarını, hoşnutluğunu,
medh-u senâlarını tercih etmişçesine kalpte duyulan bir arzudur.
Bu ve benzeri duygularla yapılan amel her ne kadar güzel gibi
görünse de ind-i ilâhîde değeri olmadığı gibi kişiyi şirke
sürüklemiş olur. Ve o amel, özünde olması gereken Vâhid
damgasını taşımadığı için geçersizdir, bu konu ile ilgili
pek çok ayet ve hadis-i şerif mevcuttur.
Bir
gün bir sahabi gelerek “Ya Resulullah, ben yaptığım amellerimi
ve iyi işlerimi hem Allah’ın bilmesini ve razı olmasını,
beğenmesini hem de insanların bilip beğenmelerini, takdir
etmelerini istiyorum. Böyle bir arzumun mahzuru var mı?” diye
sorunca Efendimiz (s.a.v) cevap vermeyerek sükût ediyor. Ve hemen
ayet nazil oluyor.
“…Artık
kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa güzel bir amel işlesin ve
Rabbine ibadette hiç kimseyi ve hiçbir şeyi ortak koşmasın.” 16
Bu
ve benzeri ayetlerden açıkça anlaşılan o ki, Allah Ehad’dir,
Vâhid’dir, kullarının amel ve ibadetlerinde de başka bir şeyi
ortak koşmalarını asla istemez ve ortak koşulan ameli kabul
etmez.
Kula
düşen odur ki, o tek olan Allah’a karşı kullukta tek niyet, tek
talep, tek gaye ile ibadet ve taat etsin. Tek Rabbin rızası, Rabbe
kulluk niyetiyle yapılan ameller inşallah ind-i ilâhîde geçerli
olacaktır. İnsanlardan bir şey beklememeli, bilhassa amelin ruhu
mahiyetinde olan niyette çok hassas ve temkinli olup o Vâhid’in
yanına başka bir şey yaklaştırmamalıdır. Bu konuda büyükler
şöyle demişlerdir: “Müminin nazarında kabul ile red, zem ile
medh aynı olmadıkça eksiktir, kemale ermemiştir, ihlâsı tam
değildir.” Demek ki kullukta o Ehad’ın, Vâhid’in yanında
birilerine de yer verilmiştir. Hâlbuki kulun tek talebi ve tek
korkusu olması gerekir ki ihlâslı olsun, ameli takdire şayan olup
kabule karin olsun. O talep Allah’ın kabul etmesi ve Allah’ın
reddetmemesi, Allah tarafından sevilip medh-ü senâ edilmesi ve
yine Allah tarafından zemme, ikaba, tarda uğramaması olmalıdır
ki Allah’ı azîmüşşan tek kendisi için yapılan amelin kabul
göreceğini bildiriyor.
Ebu
Hureyre (r.a) Şöyle anlatır: “Resulullah (s.a.v)’den
işitmiştim: Kıyamet gününde Hak Teâlâ’nın huzuruna ilk
sorgulanacaklardan 3 kişi getirilir. Biri şehid olmuş bir kimsedir
ki, huzura getirilir. Cenab-ı Hak ona ihsan ettiği nimetleri sayar,
o da mazhar olduğu nimetleri ikrar eder. Hak Teâlâ “Bu nimetlere
mukabil ne yaptın?” der. O da “Senin uğrunda şehid düştüm”
der. Allah Teâlâ “Hayır, yalan söylüyorsun, sana cesur
desinler diye savaştın, o da dendi (talebin oldu)” der. Verilen
emir üzerine cehenneme atılır.
İkincisi
ilim öğrenip öğretmiş, Kur’an okumuş bir kimsedir ki bu da
celbolunup huzurullaha getirilir. Hak Teâlâ buna da lütuf ve ihsan
buyurduğu nimetlerini sayar. O da ikrar edip itiraf eder. Hak Teâlâ
“Bu nimetlere karşı ne yaptın?” der. O da “Ya Rabbi, senin
rızan için ilim öğrendim, öğrettim, Kur’an okudum” deyince
Hak Teâlâ Hazretleri, “Hayır, yalan söylüyorsun, ilmi sana
âlim desinler diye öğrendin, öğrettin, Kur’an’ı kâri
desinler diye okudun (böylece insanların medh-u senâsını talep
ettin) bu da oldu, insanlar arzu ettiğin şeyleri senin hakkında
söylediler” der ve verilen emir üzere cehenneme atılır.
Üçüncü
de Cenab-ı Hakk’ın kendisine vüsat verdiği, türlü türlü
nimet verdiği zengin kimsedir. Bu da huzura getirilir. Allah Teâlâ
bu kimseye de “Bunca verdiğim nimetlere karşılık ne yaptın?”
diye sorar. O da “Ya Rabbi, yolunda infak ettim” diyerek yaptığı
iyilikleri sayar, döker. Cenab-ı Hakk “Hayır, yalan söylüyorsun,
sen bunları benim için yapmadın, riyakârsın, bunları sana
cömert desinler diye yaptın, bu söz de söylendi” der. Sonra
emrolunup o da sürüklenerek cehenneme atılır.” 17
Bu
hadisten anlaşılan o ki, ameller, yapılan işler her ne kadar
zahiren çok güzel, takdire şayan, hatasız olsalar da niyet
bozukluğu, yani tek Allah’ın rızasının olmayıp bazı nefsanî
arzu ve temennilerin mevcudiyeti o güzelim amellerin kabul
görmemesiyle beraber kişin cezaya çarptırılmasına yol
açmaktadır. Onun içindir ki bu hadis-i şeriften öğrendiğimiz
üzere Mevlâ itab edip “Riyakâr, sen bunları benim için değil,
başkalarının medh-u senâsını kazanmak için yaptın”
buyuruyor. Anlaşılan o ki, niyet çok ciddi bir ameldir. O niyet
ki asla tekten başkasını kabul etmez, O Vâhid’in yanına bir
başka arzu gelecek olsa adeta “ben burada yokum” deyip oradan
ayrılır. Asla iki, üç gibi başka niyetlerle, taleplerle cem
olmaz. Allah birdir, amellerde de tek niyeti kabul edip asla ortak
kabul etmez. Riya, ucub, sum’a, bunlar zaman zaman ortaklığa
kalkışan tehlikeli haşarattır. Müminin çok uyanık olması
lazım olup sürekli kalbî hayatını murakabe edip orada tevhide
zarar verecek ortakların olup olmadığını kontrol etmesi,
yakaladığı zaman hemen oradan atması gerekir.
Bir
hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Ameller niyetlere göre değerlendirilir.” Bu hadislerini adeta
bir evvelki hadis-i şerif ile açıklamışlardır. Yine diğer bir
hadislerinde “Kişinin niyeti amelinin fevkindedir.”
buyurmuşlardır. Kalbde Allah (c.c) vahdaniyetini müşahede etmek
ister. Yani zahirde pek çok işler, ameller olur, faaliyetler çeşit
çeşittir. Fakat kalbde istenen tek olmasıdır. Nasıl ki kalb
birdir, işte o kalbin vazifesi de niyetlere Ehad, Vâhid mührünü
vurmaktır. Kesrette vahdeti daima göz önünde bulundurmak lazımdır
ki, ancak böylelikle ameller kabule şayan olur. Bunca kesret o
vahdet mührünü taşır, öyleyse Mevlâ’nın kulundan talebi de
kesrette vahdettir. Yani hangi iş ve hal üzere olursa olsun
niyetinde, kalbinde vahdet olup asla başkalarına yer
verilmemesidir.
1
İhlâs:1
2
Bakara:163
3
Cin:18
4
Bakara:255
5
Nisa:87
6
En’am:19
7
Tevbe:31
8
Ra’d:30
9
Ra’d:16
10
Müminun:116
11
Kasas:70
12
Kasas:88
13
Fussilet:6
14
Mü’min:65
15
Haşr:23–24
16
Kehf:110
17
Müslim, Ahmed b. Hanbel, Nesaî
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder