El-Vehhâb,
çeşit çeşit nimetleri daima bağışlayan anlamında, Yüce
Allah’ın esma-i ilâhîsinden bir ism-i şerifleridir. Mana
itibariyle El-Mün’im ismine yakındır.
Bu
ismin hususiyeti hibe manasına gelip herhangi bir karşılık ve
menfaat gözetmeden mal bağışlayan demektir. El-Vehhâb bu mananın
çokluğunu ifade eder. Bu da her zaman her yerde ve her şeyi
dilediği gibi verebilmek kudretidir. Meselâ, muhtaca mal, hastaya
şifa, cahile bilgi, kısıra çocuk, sıkılmışa kurtuluş, yanmış
kavrulmuş toprağa yağmur gibi en ufak en ehemmiyetsiz hacetten en
büyük ve mühim hacetlere kadar hududsuz, kayıtsız ve şartsız
hakiki bağışlayıcı ancak Erhamürrahimin olan, El-Vehhâb olan
Allah’tır. Çünkü O, Malik’ül mülk’tür, mülk O’na
aittir, O Kâdir-i Mutlak’tır. Dilediği zaman dilediğine
dilediği kadar verir. Hiçbir güç buna asla mani olamaz. O
dilemedikçe hiç kimse kimseye asla hiçbir şey veremez. Allah’ın
vermesi çeşitli yollarla çeşitli sebeplerle zuhur eder. Meselâ
Allah insanlar arasında bağışlayıcı yani hibe edici bir sınıf
yaratmıştır, bunlar Allah’ın bu El-Vehhâb isminin tecellisine
mazhar olmuşlardır ki, bu kişiler Allah’ın El-Vehhâb sıfatını
gösteren nişaneleridir. Bunlar hiçbir karşılık beklemeden
imkânları nisbetinde hep hibe ederler ki, malı olan maldan, ilmi
olan ilminden yeri gelince de canlarını dahi seve seve hibe
ederler. Bu infaktan veya hibeden büyük zevk duyarlar. Hibe etmek
onlar için en zevkli yatırımdır. Seve seve, cana minnet bilerek
hep hibe ederler ki bunlar Mevlâ’nın El-Vehhâb isminin
tecellisinden çokça hisse almış bahtiyar kullardır.
Kur’an-ı
Kerîm’de bir ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “O kimseler ki
mallarını Allah yolunda harcarlar. Sonra da o harcadıklarına bir
minnet bir eziyet yüklemezler...” 1
Allah’ın
hibesi çeşitli yollarla olur meselâ hastaya şifa vermesi ki,
doktor ve ilaç vasıtası ile zuhur eder. O doktora ilmi veren, o
ilaca tesiri halk eden şüphesiz Allah’tır. O doktora Alîm ismi
ile tecelli etmese o doktor asla hiçbir bilgi sahibi olamazdı.
Tevessül edilen sebepler akim (neticesiz) kalırdı. Evet, o Yüce
Allah ki, kulun cüz’i iradesini kullanması doğrultusunda Mevlâ
külli iradesiyle tecelli etmiş olup o kuluna talep ettiği ilmi
hibe etmiştir. Bu bir sünnetullahtır. Genelde sebeplere tevessül
edip çalışan kim olursa olsun talebi doğrultusundaki say’ini
boşa çıkarmayıp dilediği kadar muvaffak eder, hibe eder, ihsan
eder. Hasta kuluna da işte o doktor ve ilaç vasıtası ile şifa
verir ki, burada da Şafî ism-i şerifinin tecellisi ile kuluna şifa
hibe etmiş olur.
Yüce
Allah’ın bu isminin tecellisine mazhar olan kulları halk
tarafından sevilir, itibar görürler. Bu sıfata haiz olanlar her
ne kadar takdire şayan kul iseler de şuna çok dikkat etmelidir, bu
sıfata haiz şahısları Allah’ın Vehhâb sıfatına ortak
koşmamalıdır. Yani her ne kadar birileri tarafından yardım
görülse de sebeplere takılıp kalınamalı, esas Vehhâb’ı
görmezden gelir gibi bir yanılgıya düşmemeli, iyilik gördüğü
şahıslara teşekkürünü arz ederken esas El-Vehhâb olan Yüce
Yaratıcı’ya minnetar olup her iyiliği O’ndan bilmeli. Her ne
kadar bu bağış bazı kişiler tarafından yapıldıysa da o
kişilere o sıfatı ve o imkânı lutfedenin Yüce Mevlâ olduğunu
asla unutmalı. Her sıfatında olduğu gibi Yüce Allah bu sıfatında
da tektir.
İnsanlar
bağışladıkları malın iğreti, muvakkaten sahibi olsalar da
yaratıcısı değildirler. O mallar onlara Allah’ın bağışıdır.
Malik-ül mülk O’dur. Verene verme muhabbetini, arzusunu veren de,
alana faydalanma kudretini bağışlayan da Yüce Mevlâ’dır.
Bu
ihsan duygusu, yani Rabbinin nimetlerini başkalarına kolayca
verebilme keyfiyeti de yine Cenab-ı Hakk’ın bir hibesidir. Bu
vasıfta olan ve hibe yapma imkânına sahip olan mümin bu tür
hibeleri lutfeden Rabbine karşı şükran hisleriyle dolup taşmalı
ve üzerindeki bu ismin tecellisinden bol bol faydalanmalı, bu
kanaldan Rabbinin rızasını kazanmaya ve ukbası için bol bol
yatırımlar yapmaya gayret etmelidir. Böyle bir vasıf herkese
müesser olmaz. Her insanda bir veya birkaç ism-i şerif ağır
basar da bundan dolayı o güzel haslet kişiye kolay ve sevimli
gelir. Kimisine El-Halîm ismi ağır basar, o kişi gayet yumuşak
mizaçlıdır, kimisi de El-Alîm isminin tecellisine mazhardır ki,
ilme meraklı olup âlimlerden olur. El-Vehhâb ism-i ilâhîsi de
kimde kuvvetli tecelli ederse o şahıs infakta asla zorlanmaz. Değil
malı, ilmi, gücü ile infak, yeri gelince canını bile Hak uğrunda
hibe etmeye hazırdır. Bu durumda olan kulları Allah (c.c) riyadan,
ucubdan, sum’adan korusun, maazallah bu mezmum sıfatların
herhangi biri ile bu güzelim amel faydasız hale gelip hatta
aleyhine rol alır ki, cezaya, ikaba sebep olur. Bu vasıfta olan
kimse verenin de, verdirenin de Mevlâ olduğunu ve üzerindeki
El-Vehhâb isminin tecellisini ve bu tecellinin zuhuruyla bu vasfa
nail olduğunu hatırdan çıkarmayıp övünmek yerine Rabbine
şükrünü arttırmalıdır.
Bağış
görmüş kimselere düşen, başta da belirtildiği gibi şahıslara,
sebeplere takılıp kalmamaktır. Maazallah bu iyilikleri, bağışları
şahıslardan bilip sebeplere takılır kalır da esas Malik’ül
mülk olan El-Vehhâb olan Yüce Mevlâ’yı hesaba katmaz, Rabbine
karşı şükür ve minnet duyguları ile dolup taşmazsa şirk-i
hafiye düşebilir, büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalır.
Bu
hususta verenin de alanın da çok uyanık olması lazımdır. Bağış
yapan da bağışa mazhar ola da Rablerine olan minnettarlıklarını
unutmamalıdırlar ki böylece bu durum her ikisi için de rıza-i
ilâhîye vesile olsun.
Dünyada
her ihtiyacımızı karşılıksız bağışlayan, hibe eden Rabbimiz
ukbada da oraya has bağışlarla serfiraz eylesin inşallah.
O
Yüce Allah ki, bunca bağışladığı nimetlerden hiçbir ücret
beklemiyor. İhtiyacı yok ki beklesin. Herkes O’na muhtaç, O ise
her şeyden müstağnidir. O Allah ki kendisini Samed diye tanıtıyor.
Bütün zerrelerimizle inanıyoruz ki evet, o Samed’dir. O Allah
ki, cümle sıfatında, esmasında birdir. Yaratan, yaşatan O’dur.
Cümle canlının ihtiyacını karşılıksız veren O’dur. O,
El-Vehhâb’dır. Bazı emir ve nehiyler vaz edip kullarını
bunlarla sorumlu tuttuysa o ahkâm-ı ilâhî yine kullarına bir
hibedir. Çünkü kulların istifadesi, iki âlemde de rahat ve
huzuru içindir ki, bu ahkâm-ı ilâhiyeye uyulduğu takdirde lütf-u
kereminden ukbada, asli vatan ahiret yurdunda tekrar pek çok
bağışlar yapacağının müjdesi ile El-Vehhâb olduğunu tekrar
tekrar ilan eder. Bu konu ile ilgili bazı ayet-i kerimeler şöyledir:
“Allah’a
güzel bir ödünç verecek olan kim? Allah karşılığını ona kat
kat verecektir ve ayrıca ona çok değerli bir mükâfat da vardır.”
2
Bu
ayet-i kerîmede geçen Allah’a ödünç vermedeki maksadı
tefsirciler şöyle açıklamışlardır: Sırf Allah rızası için
maddi sıkıntıda olanlara hibede bulunmak veya borç vermek,
yardımcı olmak.
Bu
ayetten anlaşılan o ki bu ismin tecellisine mazhar olan müminler
adeta iyilik yapmak için birbirleriyle yarışırlar, hibe etmek
için can atarlar.
“Mallarını
gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda verenler yok mu? İşte
onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara herhangi
bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” 4
“Mallarını
Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak
üzere, yedi başak veren bir tanenin durumuna benzer. Çünkü Allah
dilediğine kat kat verir…” 5
Bunlar
ve benzeri pek çok ayetlerde, Yüce Mevlâ’nın karşılıksız
bağışladığı nimetlerden sırf Allah rızasını kazanmak
maksadı ile bağışta bulunanlara ahirette baki nimetlerin
bağışlanacağı, onların Cenab-ı Hakk’ın nimet-i uzmasına
gark olacakları bildirilmiştir. Rahmeti sınırsız Kerîm Cevâd
olan Mevlâ, rahimiyetinin muktezası El-Vehhâb ismiyle tecelli
eyleyip dilediğine dilediği kadar ihsanlarda, ikramlarda,
bağışlarda bulunacaktır. Şu vücud ülkesini yaratıp bağışlayan
Yüce Mevlâ muvakkaten mülkiyet hakkı tanımıştır ki elim,
ayağım, gözüm, kulağım, kızım, oğlum evim, malım vs.
diyoruz. Bunlar aslında kime ait, kimin malı, kimin mülkü?
Elbette ki Malik-ül mülk olan Yüce Allah’ındır, sahibi O’dur.
O Erhamürrahimin ki sünnetullah gereği muvakkaten adeta mülkiyet
hakkı tanımış, hibe etmiştir. Şu var ki, dünya fani,
içindekiler de fani, baki âlem ahiret yurdudur ve oradaki hayattır.
Öyleyse bu fani âlemde fani şeyleri muvakkaten ihsan eden Mevlâ
muvakkaten de mülkiyet hakkı tanımıştır. Kullara kendini
tanıtıp El-Vehhâb olduğunu hatırlatmıştır ve adeta şöyle
bir anlaşma yapmıştır: Ey kulum, ferasetli ol, sana bağışladığım
maddi manevi nimetlerden sen de yine kendi menfaatin için bağış
yap, böylelikle huzuruma El-Vehhâb ismimin tecellisi ile, bu
sıfatım ile gelirsen rızama erersin ve bu ebedi yurtta ebedi
nimetler ve cennette mekan ve makamlar bağışlarım hem bu öyle
bir hibe ki bakidir, buyurarak, işte böylece cennet yurtlarında
mülkiyet hakkına nail olursun, der. Bu uyarılar, müjdeler
karşısında duyarsız kalmak aklı başında bir mümin için
düşündürücü doğrusu. Akıllı bir mümin böyle kârlı bir
ticaret için ayette bildirildiği üzere bu yolda adeta yarış
yapar, insana verilen hırs hissini fani dünyasında mal depolamakta
değil de ahreti için bol bol yatırım yapmakta kullanır. Çünkü
böyle bir yarışa Allah itibar ediyor ve kullarını teşvik
ediyor, en güzeli de rızasına vesile kabul ediyor.
Bu
konu ile ilgili bir menkıbe şöyledir: Medine-i Münevvere’de bir
ara ciddi maişet sıkıntısı oluyor. Açlıktan muzdarip durumda
olanların sayısı hayli kabarıyor. Medine’den Şam’a ticaret
kervanı gidiyor ki bu kervanda başrolü alan Hz. Osman (r.a). Gelen
rivayetlere göre yedi deve yükü buğdayla dönüyor. Tacirler
yolunu kesiyor, o günün fiyatı ne ise o fiyattan çok daha fazla
bedel teklif ediyorlar, fakat bir türlü Hz. Osman’ı ikna
edemiyorlar, ne diyorlarsa beyhude. “Yedi yüz misli verirseniz
ancak o zaman veririm” diyor. Tabi tacirler gülüyor, “hele bir
düşün, sabah görüşürüz” diyerek ayrılıyorlar. Hz. Osman
onlardan ayrılınca doğru Medine’nin yolunu tutuyor ve sabaha
kadar bütün buğdayları Medine halkına dağıtıyor. Sabah olunca
tacirler geliyor, Hz. Osman’ı buluyorlar ve “Kararını verdin
mi?” demeleri üzerine “Ben size dedim, yedi yüz misli
verirseniz veririm diye. Siz bu teklifimi kabul etmediniz, ben de
yedi yüz mislini verene verdim” deyince tacirler gülüyor, şaka
yaptığını zannediyorlar. Fakat bu işin hiç şakası yok tabi ve
Hz. Osman (r.a) Bakara Suresi’nin 261. ayetini okuyor. İşte asr-ı
saadette Yüce Mevlânın El-Vehhâb isminin tecellisine mazhar
olmuş, bu sıfatla sıfatlanmış bahtiyarlardan biri de Hz. Osman
Zinnureyn (r.a)’dir. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da doruk
noktasını teşkil eden Hz. Resulullah (s.a.v), Hz. Hatice, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer ve ehl-i beyt, pek çok sahabe-i kiram, onların
yolunu izleyen veraset-i enbiya her hususta olduğu gibi bu hususta
da zirveleşmiş, örnek olmuşlardır. El-Vehhâb isminin nuru ile
nurlanmış, bu ism-i şerifin tecellisine mazhar olup akıllıca
bağışlarda bulunmuşlar, hibe üstüne hibe etmişlerdir.
Böyleleri her asırda bulunmuştur. Günümüzde de bu bahtiyarların
olduğuna ve olabileceğine inanıyoruz biznillah. Dileriz, Rabbül
âlemin, âlem-i İslâm’da bu zümreyi çoğaltsın. Her ism-i
ilâhî gibi El-Vehhâb ism-i ilâhîsinin de sırrına mazhar
eylesin. Mevlâ’dan dileğimiz bizleri bu güzel vasıfla
vasıflandırıp isar ehli eylesin, âmin.
1
Bakara:262
2
Hadid:11
3
Müminun:61
4
Bakara:274
5
Bakara:261
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder