El-Ğaniyy, Allah-ü Âzimüşşan’ın esmâ-i ilâhisinden bir ism-i
şerifleridir. Ğaniyy, çok zengin, her şeyden müstağnî olan, hiçbir şeye
ihtiyacı olmayan demektir. Bu sıfat tam ve mutlak surette Allah’a mahsustur. Gerek
zâtında, gerek sıfatında gerekse fiiliyatında hiçbir zaman, hiçbir surette
hiçbir şeye muhtaç olmayan bununla beraber bütün ihtiyaçları tatmin eden, her
yarattığı canlının ihtiyacına cevap veren tek Ğaniyy’dir. O’nu sıfatları
nâmütenâhîdir.
O Allah ki, Mâlik’ül-mülk’tür, mülkün yegâne sahibi O’dur. O Allah ki
Melik’il Hakk’ul mübîn’dir, mülkünün melikidir. Tasarruf hakkı yalnız zâtına
mahsustur. O Ğaniyy olan Mevlâ’yı kendi beyanlarından dinleyelim:
Bu ayet-i kerîmede Allah Teâlâ açık bir beyan ile kendini tanıtıp,
kulları bir yönüyle ikaz ediyor, olur ki insan zaman zaman içinde bulunduğu
çeşitli imkanlardan ve çeşitli nimetlerden dolayı kendinde bir varlık görür,
şımarır, kibre düşebilir. İşte pek çok hikmetlere binaen Allah kullarına
kendini tanıtıp mülkün sahibinin yalnız yüce zâtı olduğunu ve yalnız kendisinin
El-Ğaniyy olup herkesin O’na muhtaç olduğunu ilan ediyor. Düşünüp idrak etmeyen
kullarını uyarıyor ki kendinde bir varlık vehmedip kibre, ucba düşmesinler,
şımarıp haktan uzaklaşmasınlar diye.
Maddî ve manevî her nimetin hakiki mâliki Allah’tır, fakat insanoğlu
cehaletinden, gafletinden bu hakikati görmez de içinde bulunduğu imkânları
kendinden bilir. Kendi aklıyla, gücüyle kazanmış olduğunu zannedip asıl
yaratanı, takdir edeni unutur veya hiç hesaba katmaz. Bunun içindir ki Yüce
Allah Kur’an-ı Azîmüşşan’ın pek çok ayetlerinde mülkün sahibi olduğunu, tek
Ğaniyy olanı kendi zâtı olduğunu beyanla kullarını şımarıp kibre, ucba
düşmesinler, nankör olmasınlar diye uyarır. Kur’an’a kulak veren ve vicdan
muhasebesi yapan herkes bilhassa mümin kul, bu uyarılarla kendine gelir,
haddini bilir ve her şeyin hakiki maliki olan Rabbının mülkünde ortaklık
iddiasında bulunmayıp esas sahibinin Rabbı olduğu gerçeğinin dışına çıkmaz. O
kul, kendisinin bir emanetçi olduğunu, kendine düşen görevin onun için takdir
edilen nimetin yine Allah’ın bildirdiği şekilde kullanılması olduğunu bilir.
Asla şımarmaz, kibre, ucba düşmez, haddini bilir. Bir tek Ğaniyy vardır, o da
Yüce Allah’tır. Zerreden küreye kadar bütün mevcudatı yaratan tek Mâlik olan
Allah, el-Ğaniyy’dir.
El-Muğnî ism-i şerifinin tecellisi ile Allah istediğini zengin eder. O
Allah ki dilediğine dilediği kadar ihsanlarda bulunur, dilediğine çok verir,
dilediğine az verir. Bazı kulları ömrü boyunca bolluk içinde yaşatır,
bazılarını bolluktan dara düşürür, bazılarını da fakirken zengin yapar. Kulları
ve servetleri üzerinde dilediği gibi tasarruf etmek hakkıdır. Mal-mülk sahibi
O’dur, dilediğine çok, dilediğine az verir, O Allah ki kudret ve hikmet
sahibidir. Bu icraat adeta bir mihenk mahiyetindedir, kulun ayarını ortaya
koyar. Kimilerinde teslimiyet ve sadakat, kimilerinde itiraz ve şekavet
görülür. Bu dünya bir imtihan yeridir. Herkes bu âleme gelir, rengini, tavrını
gösterir ve geçer gider. Allah (c.c) buyuruyor:
“Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle
de imtihan
ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” [2]
Bu manaya işaret ede ayet-i kerîmeler pek çoktur. Maksat ne zenginlik,
ne de fakirliktir, maksat imtihanı kazanmaktır. Bu da Allah’ın takdirini, şahsı
için nasip ettiğini canla başla kabullenmekle olur. Allah bazı kullarını
varlıkla imtihan eder, bazı kullarını da yoklukla. Varlık da yokluk da bir
imtihan vesilesidir. Hatta varlığın imtihanı daha ağırdır, denebilir. Varlık
nisbetinde şükrün artması gerekir ve o bir emanettir ki o emaneti yerli yerine
tevdi etmesi gerekir. Onda pek çoklarının hakkı vardır, hakkın yerini bulması
gerekir. O zengin kişi adeta veznedar gibi olma durumundadır ki, elinden pek
çok paralar geçmesine rağmen o paraların içinde kendi hakkı yoktur, ona ne
ayrıldı ise hakkı odur sadece, gerisini hak sahiplerine ulaştırmalıdır. Aksi
takdirde mesul olur, bu nimetler mihnet olup vebal olarak cezaya, mahrumiyete
sebep olur. Servet sahiplerine düşen o ki, israf etmesin, kibre, ucba düşmesin,
mütevazı hâl içerisinde Rabbına hâlî, kalî, fiilî şükrünü arttırsın ve emanet
olarak, bir imtihan vesilesi olarak verilen serveti en güzel şekilde yerli yerince
teslim etsin, infak etsin ki bu maddi servetle ahiret ticareti yapmış olsun,
hem de vebalinden kurtulmuş olsun. Mevlânâ Hz.’nin buyurduğu gibi serveti amaç
değil araç olarak değerlendirirse inşaallah yüzünü ak eder aynı zamanda o
El-Muğnî olan Yüce Padişah, onu ebedî âlemde ebedî nimetlerine gark eder
inşallah. Değilse ne kıymeti var? Mühim
olan faniyi bâkîye dönüştürmek ve bunun sebeplerine yapışmaktır. Hakiki
zenginlik ukbâ zenginliğidir. Kul, dünya yönüyle de ukbâ yönüyle de çok muhtaç
bir varlıktır ve fakirlerin fakiridir, ihtiyacı pek çok, iktidarı ise hiç
hükmündedir. Arzu ve ihtiyaçları ebedlere kadar uzanır. Şu dünyada nasıl ki pek
çok şeye ihtiyacı varsa ki bu saymakla bitmez, ukbâsı için, ruhu için de pek
çok, hatta daha fazla şeye ihtiyacı vardır. Bunca ihtiyacını karşılayacak O
Yüce Mevlâ’dan başkası değildir elbette. Nasıl ki şu dünya yurdunu ve
içindekileri ihtiyacımıza binaen halk etmiş, emrimize sunmuşsa, aslî bir yer
olan ahiret diyarını da yine kullar için hazırlamış olduğunu bildirir. Nasıl ki
burada fani olmamıza rağmen her ihtiyacımıza cevap verecek şeyleri yaratmış,
istifademize sunmuş, ukbâ âleminde de bütün ihtiyaçlarımıza cevap verecek
şekilde nimetlerin mevcudiyetini bildirmektedir.
Bu konunun diğer bir yönü var ki, o da manevî zenginliktir; nimetler,
ihsanlar iki türlüdür, biri maddi diğeri manevîdir ki bu iki yönlü nimetin hâlık’ı,
Ğaniyy olan Yüce Allah, hakiki hükümdardır, Melîk’tir. Manevi zenginlik de
aynen maddede olduğu gibi sebeplere vusul ile olur ki, madde planında ve mana
planında hemen hemen sebepsiz bir şey yaratılmamış olmakla beraber olması talep
edilen her şeye vasıl olmak için sebeplere yapışmak takdir edilmiştir. İnsan
cüz’î iradesini kullanacak, sebeplere yapışacak, Allah (c.c) küllî iradesiyle
karşılık verecek, takdir ettiği kadar başarı ihsan edip muvaffak eyleyecektir. Nasıl
ki maddi zenginliğe sebepler varsa insan bu sebeplere tevessül ettiği zaman
Allah dilediği kadar o kimseye ihsanlarda bulunuyorsa, manen de zengin olma
yolları vardır ve sebeplere yapışan kulunu Allah (c.c) bu yolda muvaffak kılıp
ona manevi zenginlikler ihsan eder. Bu kulların başında Peygamberler Sultanı
Yüce Resulullah (s.a.v) gelmektedir ve cümle enbiya manevi zengindirler ki,
Allah’ın bu isminin tecellisine tam makes olmuş bahtiyarlardır. Bu tecelliye
peygamberlerden sonra onlara manen yakınlıkları nisbetinde ümmetleri nail
olmuşlardır. Zenginliğin yollarını Kur’an-ı Azîmüşşan’da Yüce Allah bildirir.
Hem öyle bir zenginlikten bahseder ki, onlara korku ve hüzün olmadığını, mahzun
olmayacaklarını, o Hak dostlarına istedikleri her şeyin verileceği bildirerek
adeta cennetlerde mülkiyet hakkı tanınacağını, onların cennet sultanları
olacaklarını haber verir. Bu zenginliğin yolları da açık seçik bildirilmiş ve
tarifleri yapılmıştır. O Yüce Resulullah (s.a.v) halen, kalen, fiilen kazanç
yollarını, zengin olma sırlarını beyan etmiştir, yeter ki kul kulluğunun
şuurunda olsun, aczini, fakrını bilsin, tevazu ile Ğaniyy olan Rabbının
himayesine girip sebeplere yapışarak fırsatı iyi değerlendirsin. O Ğaniyy
Padişah bir mesajında şöyle buyuruyor:
“O, yerde
ne varsa hepsini sizin
için yarattı.” [3]
İnsan kul olabilirse o Padişah’ın hazineleri onun içindir. Ğaniyy olan
Mevlâ, kul olabilen kuluna pek çok ihsan ve ikramlarda bulunacağını pek çok
ayetlerde beyan etmiştir. Em o öyle bir Padişahtır ki aynı zamanda Adl yani Âdil-i
Mutlak’tır. Yapılan en ufak bir iyiliği dahi zayi etmeyip bol bol karşılık vereceğini
bildirir.
“Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız
bırakılmayacaktır. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilir.” [5]
“Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de
fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir
horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedi
kalacaklardır.” [6]
“İman edip
iyi işler yapanların (geçmiş) kötülüklerini elbette örteriz ve onlara,
yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” [7]
Namaz, oruç, hac, zekât gibi farz ibadetlerin ecirlerinin hesapsız
olduğunu ve yapılan her bir iyiliğin hatta kalbden geçen iyi bir niyetin dahi
zayi olmayıp karşılığının verileceğini bildiren o Allah ki, tek Ğaniyy O’dur. Rabbının
takdirine boyun büken, kazaya razı olan, Rabbı hakkında daima hüsn-ü niyet
sahibi olan, sıkıntılara sabredip göğüs geren ve Rabbına ve Resulüne karşı
engin saygılı olan kullar manen ğaniyy kullardır. Çünkü bu saydığımız ve Rabbın
bildirdiği daha pek çok değerli vasıflara haiz olanları Allah (c.c) övüyor,
onların asli vatanlarında pek çok nimetlerle serfiraz olacaklarını, cennetlerde
konaklayacaklarını ve ebedi nimetler içerisinde Dar’üs-Selâm yurtlarında
selamet içinde, değerli yüksek mevkilere sahip kılınacaklarını ilan ediyor. Yüce
Allah, işte hakiki zenginlik olan o Ğaniyy olan Melik’in ihsanına nailiyat
nasib eylesin.
Bu zenginliğe erebilmek de ancak dünya hayatında mümkün olacaktır.
Ticaret burada yapılacak fakat karşılığı orada alınacaktır. Dünya ahiretin
tarlasıdır. Her bir güzel amel, toprağa atılmış bir tohum misali ukbada meyve
verecektir veya birer akçe misali o akçeler orada geçerli olup değer
bulacaktır. İnsan kadar fakir, muhtaç hiçbir varlık yoktur denebilir, bir de
cin taifesi için aynı şey geçerlidir. Diğer canlılar her ne kadar ihtiyaç
içinde olsalar da asla insan kadar muhtaç değillerdir. Çünkü diğer mahlûkatın
ihtiyaçları bu dünya hayatıyla sınırlıdır. Hâlbuki insanın bu hayatından daha
önemli bir ukba hayatı vardır ki, oradaki ihtiyaçlar kıyas kabul etmez. En azından
burası fani, orası da bakidir. Ebedî hayat, ebedî ihtiyaçlar arz eder ki, bu
ihtiyaçlara cevap verecek ebedî, sermedî olan o Ğaniyy Melik’tir.
O Ğaniyy hükümdarın aslında biz kulların taatine hiç ihtiyacı yoktur. Bizim
ibadetimiz O’nun mülkünde bir artış sağlamadığı gibi, ibadetten imtina etmemiz
de mülkünde bir şey eksiltmez. O Ehad’dır, Samed’dir, bir olan Allah hiçbir
şeye hiçbir şekilde muhtaç değildir. İbadet-ü taate muhtaç olan, kullardır. O
rahmeti sonsuz, Rahman, Rahîm, Raûf, Kerîm, Ğaniyy olan Yüce Allah kemal-i
merhametinden kullarını zulmetten nura çıkararak o nurla kazanma kaybetme
yollarını, kârı zararı, maddi ve manevi nimetlerinin nasıl elde edileceğini,
vasıl-ı ilallah olma yollarını bildirmiştir ki, kula düşen bu lütfu, ihsanı bol
Rabbına karşı müteşekkir olup minnetle şükrünü edaya say etmesidir.
O Ğaniyy-i Mutlak, Kadir bihak olan Mevlâ ki kulun ihlâsla işlediği
cüz’î amele küllî karşılık vereceğini bildirir ve buna müşahhas misaller verir.
“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını
verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” [9]
Bir çekirdekten çıkan koskoca bir ağaç ve tonlarca meyve ve benzerleri,
ibretle bakana o Allah’ın nasıl Ğaniyy olduğunu gösterir.
Maneviyatta da durum buna benzer. Başta ‘Lâ ilahe illallah Muhammedün
Resulullah’ diyenin, bu kelime-i tevhidin manasını da kalbi ile tasdik edenin
cennete gideceğini bildiriyor Mevlâ. Bu çok zor bir şey olmamasına rağmen, Yüce
Allah çok değer verdiği için, karşılığında büyük ödülle ihsanda bulunacağının
müjdesini verir ki, insan böyle Kerîm Rabbına ne kadar teşekkür etse, minnettar
olsa azdır.
Amele gelince, bu imanlı kişi Rahman, Rahîm, Kerîm Rabbına karşı
itaatli, edepli davranıp hakka gönül verip hakkı yaşamaya gayret etse, işlediği
her amel-i salih, ibadet-ü taat, hak uğrunda katlandığı her sıkıntı, külfet,
sabır, sadakate ayrı ayrı ecirlerle karşılık verilir. Böyle bir kulunu o Ğaniyy
Padişah ödül üstüne ödüllerle ödüllendireceğini, izzetini, şerefini arttırıp
yüce mekânlara, âlî makamlara vasıl edeceğini ve ind-i ilâhîde itibarlı kılacağını
müjdeler ki, bu ödüllere nailiyete sebep teşkil eden amel-i salihlere vasıl
olan insan hakikaten manevi zengindir. Böyle bir zenginlik takdire şayandır. Bu
konumdaki bir mümin, Hakk’ın dostudur denebilir. Öyleyse aynı dünya zengini
gibi yani Allah’ın zâhiri nimetlerine nail olanın mesuliyeti gereği şükretmesi
gerektiği gibi, bu şahıs da şükür içinde olmalı ve asla bu nailiyatında nefse
pay çıkarmamalı, bu hususta çok dikkatli olmalıdır. Aksi takdirde ucba düşer de
yapılan güzel ameller kabul olmaz. Bu zâhid, âbid, âlim kulun en tehlikeli
yönüdür. Şeytan ve nefis bu yolla ameli ifsad ettirebilir. Ucub, riya, sum’a,
kibir gibi kötü ahlaklar manevi zengini iflasa sürükleyebilecek unsurlardır. Bu
bahtiyar kul, şu ayet-i kerîmeyi özüne sindirmeli ve gelebilecek tehlikelere bu
ayetin nuru ile karşı koymalı:
Ne gibi hayırlı bir nailiyet varsa hepsi de Allah’ın takdiri, yardımı
iledir. Bu açıdan bakılınca kul için kendi amelini beğenip ucba düşmek yerine,
Mevlâ’nın lütuf içinde lütuflarını ferasetle idrak ederek şükrünü arttırmak en uygunudur.
Manevi güzelliklere nail olan kula Allah (c.c) El-Ğaniyy ismi ile
tecelli etmiştir, fakat kulun bu tecelliye gölge düşürecek tehlikeler
karşısında çok dikkatli olması iktiza eder. Bilhassa riya çok tehlikeli olup şirk-i
sağir ve şirk-i hafîdir ki, ameli yok etmekle kalmaz, sahibinin cehenneme
gitmesine sebebiyet verir, maazallah.
Cesette ruh ne ise, ibadet-ü taatte ihlâs o konumdadır. Nasıl ki ruhsuz
ceset bir şeye yaramıyorsa, ihlâssız amel de her ne kadar çok da olsa zahiren
hatasız kusursuz da olsa çürük ceviz gibi ateş almaya yarar.
O Ğaniyy olan Yüce Allah, şartlarına uyarak yapılan salih amellerin
karşılığını dilediği gibi bol bol vereceğini bildirir.
Peygamberlerin bazılarını hem zahirde hem de batında zengin kılmıştır,
İbrahim a.s, Süleyman a.s, Yusuf a.s gibi. Bazılarına da yetecek kadar dünyalık
verip, sadece manevi zenginlik vermiştir, Peygamber Efendimiz (s.a.v), İsa a.s
gibi. Sahabe-i Kiram’dan Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman maddi zengin
iseler de bu muhterem zevat adeta madde zenginliğini satarak manevi zenginliği
satın almışlar, bu imkânları bir araç olarak kullanmışlar, din uğruna infak
etmişlerdir. Veraset-i enbiya olan Hak dostları, mürşidler, âlimlerde de durum
aynıdır, onların içinde de hem maddi hem manevi zengin olanlar mevcuttur. Allah
bu kullarına Ğaniyy ismiyle iki yönlü tecelli etmiştir. Onlar da zahiri
nimetlerle ukbaya yatırım yapıp, dünyalığı manevî zenginliğe vesile etmişler ve
kendilerini örnek alan müminlere en güzeliyle örnek olmuşlardır. Zahiri
zenginliğin manevi zenginliğe mani olmadığını, bilakis manevi zenginliğin
artmasına vesile olduğunu halen, kalen, fiilen ortaya koymuşlardır. Zaten bu
iki yönlü tecellinin en faydalı, hikmetli yönü bu olsa gerek.
“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah'a güzel bir ödünç verenlere,
verdiklerinin karşılığı kat kat ödenir ve onlara değerli bir mükâfat vardır.” [11]
“Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun
karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.” [12]
“Güzel söz ve bağışlama,
arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de
yoktur.” [13]
“Eğer Allah'a (rızası uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin
için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza
vermekte acele etmeyendir.” [15]
“O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin,
itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [16]
“Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de
evlatlarınız. İman edip iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının
kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirler.” [17]
Ebu Hureyre (r.z)’den rivayetle Efendimiz (s.a.v) buyurur:
“Azîz ve Celîl olan Allah, (kullarının hasenât ve
seyyiâtını yazmağa memûr olan meleklerine) her zaman şöyle emreder: Kulum fenâ
bir iş yapmak istediğinde hemen bu irâdesini defterine kaydetmeyiniz; tâ ki, bu
irâdesini tahakkuk ettirmedikçe. Eğer o fenalığı yaparsa, o yaptığı fenalığın
bir mislini yazınız! Eğer benden çekinerek yapmaz bırakırsa, bu defa onun
hesabına bir sevap yazınız! Bir de kulum bir iyilik yapmak isterse de (her hangi
bir mâni ile) yapamazsa ona da güzel niyetine mükâfat olarak bir sevap yazınız.
Eğer yaparsa, yaptığı o işin mükâfatını on mislinden yedi yüz katına kadar
yazınız!”
Pek çok ayet ve hadisler o Ğaniyy hükümdarı anlatır, Rabbim
anlayanlardan eylesin. Âmin.
Kula düşen, aczini, fakrını, muhtaç bir varlık olduğunu bilmek, her
şeyin yegâne yaratıcısı, sahibinin Allah olduğunu tasdik ederek üzerine düşen
kulluğu şuurla ifa etmeye çalışmaktır. Asla kendinde varlık görmemek, ‘ene’den
geçip her şeyde ‘Hüve’yi tasdik etmektir ki bu surette Mevlâ zahirî nimetini
bakî nimetlere tebdil eyler. İnsan bazen kendi çalışıp veya kafasını çalıştırıp
da kazandığını düşünüp esas sahibini unutur, her şeyi sebeplerden bilir.
Evet, Allah her şeyi sebeplere bağlamıştır, muhakkak sebepler devreye
girmiştir fakat zavallı düşünmez ki sebepleri yaratan kimdir, o sebeple
muvaffak eden kimdir? O aklı, o gözü, kulağı, iradeyi velhasıl maddesi ve
manası ile o vücud ülkesini yaratan, yaşatan kimdir? Evet, her şey O’na ait.
Halk eden, takdir eden, sebepleri yaratan, sebeplere tesir icra eden yalnız ve
yalnız o Yüce Padişah’tır. İnsana düşen büyüklenmek, kendine pay çıkarmak,
hakiki maliki unutmak değil, daima o Yüce Ğaniyy hükümdara teşekkür etmek ve
minnettar olup şükranlarını arz etmektir.
تَبَارَكَ
الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
الَّذِي
خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ
الْعَزِيزُ الْغَفُورُ [18]
“Mutlak
hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.”
[19]
“O ki,
hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.
O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”
[20]
[1] Fâtır:15
[2] Enbiyâ:35
[3] Bakara:29
[4] Zariyat:56
[5] Âl-i İmran:115
[6] Yunus:26
[7] Ankebut:7
[8] Fatiha:4
[9] Bakara:261
[10] Nisa:79
[11] Hadid:18
[12] Hadid:11
[13] Bakara:263
[14] Hadid:5
[15] Teğabün:17
[16] Teğabün:16
[17] Sebe:37
[18] Mülk:1-2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder