El-Muhyî,
Allah zül-celâl’in esma-i ilâhîsinden can bağışlayan, sağlık
veren manasında bir ism-i şerifleridir. Şüphesiz ki Yüce Allah
cansız maddelere can verir. Diğer ism-i şerifleri gibi bu ism-i
şerifleri ile de kâinatta pek çok maddeye can bağışlamış,
devamlı bağışlamaktadır da.
Meselâ
insan denilen varlık ki, Hz. Âdem (s.a) ile başlayan insanlık
tarihinde insana nasıl can verdiğini Kur’an-ı Kerîm’de
bildirmiştir.
“Allah
nezdinde İsa'nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu
topraktan
yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi.”1
Görülen
o ki, her canlıya Allah El-Muhyî ismiyle tecelli etmiş ve
etmektedir. El-Muhyî ism-i şerifinin tecellisiyle can bahşedilmiş
olup yine canlıların canlarının devamı da bu ism-i şerifin
tecellisi iledir. El-Muhyî isminin tecellisinin olmadığı yerde
hayat yoktur. Bu durum her canlı varlık için geçerlidir.
İnsanlar, hayvanlar, nebatat, cin taifesi, şeytanlar, melekler,
küçücük bir mikrop, toprağın içindeki mineraller vs. her şey
bu ism-i şerifin tecellisi ile can sahibi kılınmıştır ve yine
bu ismin tecellisi müddeti hayatları devam eder, ne zaman ki bu
ismin zuhuratı o canlıdan kesilir, o canlının hayatı o an sona
erer ve cansız bir varlık olmuş olur.
Pek
çok hikmetle can bağışlayan Mevlâ, yine pek çok hikmetle o
canları geri alacaktır. Takdir ettiği süre dolunca, can
verdiğinin hayatı sona eriyor ki, bu durum her canlının müşterek
kaderidir. Nebatat, hayvanat, insan ve diğer her canlı mahlûkat
aynı hükme tabidirler. Mukadder olan an gelince El-Muhyî ism-i
ilâhîsinin yerini El-Mümît ism-i ilâhîsi alacak ve böylece
ölüm zuhur edecektir. Zahiri yönü bu şekilde olan bu mevzuun bir
de ahirete bakan manevî yönü var ki, biz insanlar için asıl
mühim olanı da odur diyebiliriz. Kur’an-ı Kerîm’de Allahü
Teâlâ şöyle buyuruyor:
Canlı
cansız her şey, insanların istifadesine sunulmuş ve bir imtihan
vesilesi kılınmıştır. Diğer bütün canlılar cebrî bir kanuna
tabi tutulmuş olup vazifelerini bilfiil yerine getiriyorlar ve
takdir edilen zamanda canlarını teslim edip yok oluyorlar. Cin
taifesi müstesna sorumlulukları yok. Biz insanlara gelince, pek çok
sorumluluklara tabi kılınmışız.
Bu
bahsettiğimiz ‘can’, ruhla alakalı olup aslında ölümsüzdür.
Allahü Zülcelâl’in El-Bâkî isminin tecellisini taşımaktadır.
Ölüm hadisesinde canın bedenden çıkması, canın sonu, ölümü
olmayıp beden ülkesini, cismi terk etmesidir. Ruhla cismi
birleştiren Yüce Allah takdir etiği an gelince cisimle ruhu
ayırıyor. Denilebilir ki, canla ruh birbiriyle bir bütün keyfiyet
arz ediyor.
Can
lugatte “yaşayış; diride olan kudret, kuvvet; ruhu hayvani ve
hayatın asıl menbaı olan kuvvet, merkezi ise kalb olup diride olan
cism-i latif” olarak tarif edilmiştir. Hayvanat ve nebatta da can
vardır ve bu ruhu hayvanidir, cisme aittir ve bekası olmayıp
cisimle beraber yok olmaya mahkûmdur.
Nebatat
ve hayvanatta canın rolü cisimle ilgili olup takdir edilen zaman
dilimi içinde hayatını sürdürüp yine takdir edilen an gelince
cisimle beraber yok olma keyfiyeti zuhur eder, Allahu âlem.
İnsanlarda
ise durum daha farklı olup bu lâtif varlık hem cisimde hem de ruhu
sultanî adı verilen ruhta rol alır. Hem cismin hem de ruhun
diriliğini sağlar hem de çeşitli sebepler vasıtasıyla maddeye
de manaya da enerji olarak beden ülkesinde rol alır.
Herhangi
bir durumda maddi planda veya manevi planda güçlü, canlı gibi
ifadeler kullanılır, bunun tersine de kuvvetsiz, cansız denilir ki
bu yönü ile de canın yeri çok önemli olup batındaki bu can
kuvvetli veya kuvvetsiz olarak zahirde kendini gösterir. Evet, can
cisimden ayrılınca ölüm denen hadise zuhur etmiş olur, başka
yönüyle de can cisimden ayrılmadığı halde sebeplere binaen
zayıf düşebilir. Mesela herhangi bir bitki gereken bakımı
görmezse, iyi hâsılat vermez veya çok cansız olur. Bu durumda
cansız, kuvvetsiz gibi ifadelerle maksad beyan olunur. Benzeri durum
hayvanlarda da aynıdır, gereken gıdaları verilmezse, onlar da
takatsiz kalırlar. İnsanlarda da yine durum benzer olup canlılığı
pek çok sebeplere bağlıdır. Demek ki “can” denilen bu latif
varlık çeşitli sebepler kuvvetlenebiliyor veya zayıflayabiliyor.
Bu durumda cisim de canın ayrı bir rolünü oynuyor.
Manada
da böyledir. Can denen latif varlığın manevi hayatımızdaki rolü
itibariyle biz insanlar diğer varlıklardan ayrılıyoruz. Yüce
Allah bizim hakkımızda ruhundan üflediğini beyan ederek bizim
müstesna bir yerimiz olduğunu öğretiyor bize. Bu nefha ruh-u
sultani olup ulviyetten gelmiş, ten kafesine konuk olmuştur. Bunu,
bu konuya ışık tutan, ruhun ve canın mahiyetini en güzel şekilde
anlatan Muhterem Üstadımız Osman Nuri Topbaş Efendi’nin gönül
bahçesinden dinleyelim:
“Mükerrem
ve mükemmel yaratılan insan, diğer mahlûkattan farklı olarak iki
ruhtan ibarettir. Biri, bütün mahlûkatta mevcûd olan “can”dır
ki, cesedle beraber son bulur. Diğeri ise: “Ona ruhumdan
üfürdüğüm...”âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu vechile
Cenâb-ı Hakk’dan gönderilen keyfiyetli rûhtur ki, cesede, ana
karnındaki gelişmesinin belli bir safhasında dâhil edilir. Bu
rûhun bir adı da “rûh-i sultânî”dir.
Cesedin aslı ise topraktandır. Her şeyin aslına rucû etme temâyülü fıtrî olduğundan beden, topraktan hâsıl olan nîmetlere mütemâyildir. Bu temâyül, nihâyet onun toprağa kaybolmasıyla sükûnet bulur. Ruh ise ilâhî nefhadan vücuda geldiğinden onun meyli de
ulvîlikleredir.”
Cesedin aslı ise topraktandır. Her şeyin aslına rucû etme temâyülü fıtrî olduğundan beden, topraktan hâsıl olan nîmetlere mütemâyildir. Bu temâyül, nihâyet onun toprağa kaybolmasıyla sükûnet bulur. Ruh ise ilâhî nefhadan vücuda geldiğinden onun meyli de
ulvîlikleredir.”
Görünen
o ki, can hem bedene hem de ruha güç kaynağı olup her ikisinin de
yaşamına, kuvvetine sebep teşkil eder. Hâl böyle olunca, bu can
gücü nereden alır diye bir soru akla gelebilir. Her şeyi
sebeplere bağlayan Yüce Mevlâ, her sebepte de binler hikmet derc
eden Allah, bedene bakan yönünün canlılığına pek çok sebepler
halk etmiştir ki bunların başında hava, su, güneş, çeşitli
gıdalar gelir. Bunlar canın kuvvetli olmasını veya takdir edilen
zamana kadar hayatta kalmasını sağlarlar biiznillah. Bu yönüyle
can, Üstad’ın dediği gibi diğer mahlûkatta olduğu gibi tenle
birlikte yok olur gider. Ruha ait yönüyle ise -o yönde de zayıf
veya kuvvetli olması söz konusudur-, yine Üstad’ın buyurduğu
gibi ruh ilahi nefhada vücuda geldiğinden onun meyli
ulvilikleredir. Evet, ruhun da kendine has değerli gıdaları
vardır, bu gıdalarla beslenen ruha ait can kuvvetlidir. Bu durum,
imanı zayıf, maneviyatı zayıf veya imanı, maneviyatı kuvvetli
şeklinde ifade edilir. Bu kuvvetin menbaı Kur’an-ı Kerîm ve
sünnet-i Resulullah’tır. Evet, iman-ı billâh, marifetullah,
muhabbetullah güç kaynaklarıdır. Kişinin imanının güçlenmesi
için ilm-i ilahiye, marifetullaha ihtiyacı elzemdir. Bilmekle
kalmayıp bildiğiyle amil olması ve amellerinde ihlâslı olması
şarttır ki maneviyatı güçlensin. İbadet-ü taatle, kulluk
şuuruyla istikamet üzere olmaya cehdü gayret etmelidir ki bunlar
ruh-u sultaniye bakan yönüyle canın güç kaynakları sayılırlar.
Bunlarla biiznillah güç kazanan mümin, alâyı illiyyinlere namzet
bir Hak dostu ünvanını kazanıp can içinde cana sahip olur. İşte
ölümsüz can da bu olsa gerek.
Manevi
gıdası verilmeye ruhu sultani ki, nefsin esaretinde olup adeta bir
köşeye hapsedilmiş konumundadır, hiçbir ihtiyacı
verilmediğinden zayıf düşmüştür. Bu hal, Hak’tan hakikatten
uzak, maneviyatsız, nankör fasıkların durumudur. Onlar
nefislerinin her arzusunu yerine getirip nefs-i emareye esir olmuş
zavallılardır ki nefis güçlendikçe serkeşleşmiş olup adeta
beden ülkesine hükümdar olmuştur. O ulvi ruh, değerli, ulvi
gıdalardan mahrum edildiği için adeta ölmeden, yani bu vücudu
terk etmeden evvel ölmüş veya mahkûm olmuş durumdadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) mevzu ile alakalı şöyle buyurur:
“Allah’ı
zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler.” (Buhârî,
Deavât 67)
Başka
bir hadis-i şeriflerinde ise “Ölmeden evvel ölünüz”
buyurarak nefsin hevası cihetinde bir ölümü dile getirir ki
nefsin hevasını öldüren manen diri, canlı olup can içinde bir
cana sahip olacaktır. Rabbini anar, ahkâm-ı ilahiyyeye saygılı
olup istikamette olur. Resulullah Efendimiz (s.a.v) takva
duyarlılığıyla, ihsan şuuruyla kulluk hududunu koruyan ehl-i
irfanın manen diri, güçlü olacağına işaret eder. Dileriz
Mevlâ’dan, ruhu sultaninin hakkına riayetle can içinde can
taşıyanlardan eylesin. Âmin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder